Projenin genel hedefi; Türkiye ile Almanya arasındaki çok katmanlı ve karşılıklı göçler tarihini gün yüzüne çıkararak, iki ülke toplumları arasında geçmişten bugüne yoğun bir biçimde yaşanan kader ortaklığı ve sosyal uyuma vurgu yapmak ve bu iki toplum özelinde açığa çıkmış göç deneyimlerinin ışığında göç olgusuna olumlu bir pencereden bakmayı teşvik etmektir.
“Durup dururken / Bir sabah erken / Bir kıyamet / Durup dururken // Şafak sökerken / Alırlar seni / Voltadasındır / Durup dururken // Davullar çalar / Borular öter / Bir dostun küser / Durup dururken // Sürgün olursun / Yurdundan uzak / Türkü söylersin / Durup dururken…”
12 Eylül 1980 askeri darbesini “uzaktan” haber almış, 12 Mart 1971 askeri darbesi sonrasını sürgünde geçirmiş bir isim olan Zülfü Livaneli’nin bu mısraları, darbe sonrası sürgün olan sanatçıların ruh halini ve yaşadıklarını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor.
12 Eylül askeri darbesi büyük bir sansür ve baskı dalgasını beraberinde getirdi. Bu dönemde 13 gazete için 300’den fazla dava açıldı. 39 ton gazete ve dergi yakıldı. 937 film yasaklandı. Şarkılar sansür kurulu denetimine takıldı. Müzisyenler başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine iltica etmeye mecbur kaldı. Hatta Cem Karaca, söylediği şarkılar nedeniyle Yılmaz Güney ile aynı gün vatandaşlıktan çıkarıldı.
O günlerde Almanya’da zorunlu bir sürgün yaşamakta olan Melike Demirağ da askeri darbenin yasaklılar listesindeydi. Onun mısraları sürgündeki sanatçının yaşadığı derin özlem duygusunun çarpıcı bir ifadesi oldu: “Yayılmışız dünyanın dört bir yanına / Kimisi ta Kopenhag’da, kimisi Paris / Bedenimiz orada burada dolanır ama / Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz // Bir allı turna olsam, karlı dağları aşsam / Varsam bizim ellere, kendi göğümde uçsam // Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım / püfür püfür bir vapurun yan tarafında / Yeni camide mısır atmak kuşlara…”
Yasaklılar listesindeki bir başka isim de Cem Karaca’ydı. Karaca 12 Eylül sonrasında vatandaşlıktan çıkarıldı, Almanya’da 8 yıl yaşadı. Zorunlu bir sürgün hayatı yaşadığı bu sekiz yılda ödediği ağır bedeli şöyle anlatıyor Karaca: “Bu sekiz yıl içinde babamı yitirdim, cenazesinde bulunamadım. Ailenin tek çocuğuyum. Annem gelip gitti, hadi neyse, onunla hasret giderdik. Ama oğlumu göremedim. Ülkemden uzaktaydım, ülkemi özlüyordum. İstanbul’u özlüyordum. Doğma büyüme Bakırköylüyüm. Bakırköy’ümü özlüyordum. Dostlarımı, arkadaşlarımı özlüyordum…” (32. Gün programına verdiği röportajdan alıntı)
Cem Karaca’nın Sıla Türküsü, tam da o dönemin ruh halini anlatan şarkılardan: “Bırak kaynasın kahvenin suyu / Bana İstanbul’u anlat, nasıldı / Şehirlerin şehrini anlat, nasıldı / Haziran titreyişlerle kaçak yağmurlar ardı / Yıkanmış kurunur muydu yine o yedi tepe / Ana şefkati gibi sıcak bir güneşle / İnsanlar gülüyordu de / Trende vapurda otobüste / Yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle / Hep kahır hep kahır hep kahır hep kahır / Bıktım be…”
Vatandaşlıktan çıkarılmış olmak Cem Karaca’yı en iyi bildiği işi yapmaktan alıkoymadı. Almanya’da müzik yapmayı sürdüren Cem Karaca, yine Almanya’da yayınlanan ve kadrosunda annesi Toto Karaca’nın da bulunduğu “Unsere Nachbarn die Baltas” yani “Komşumuz Balta Ailesi” adlı mini dizi için müzikler yaptı. Daha sonra Türkiye’de de beraber çalıştığı müzisyen arkadaşı Fehiman Uğurdemir’in de bulunduğu toplulukla Die Kanaken (1984) albümünü yapmaya karar verdi. Cem Karaca, bu toplumsal gerçekçi çalışmayla Almanya’daki misafir işçilerin sorunlarını anlatıyordu.
Darbe koşullarında Almanya’ya giden sanatçılardan biri de Ali Asker. Ali Asker, siyasi görüşleri nedeniyle Türkiye’de darbe öncesi dönemde de pek çok kez gözaltına alınmıştı. Kardeşi Zeynel Abidin Ceylan 12 Eylül döneminde Ankara’da gördüğü işkenceler sonucu yaşamını yitirdi. 1981 yılında tutuklanan Ali Asker de 2,5 yıl cezaevinde kaldı. Serbest kaldıktan sonra o da sürgündeki bir sanatçı olarak Almanya’nın yolunu tuttu: “Sürgün, sürgün, bir ağacın kökünün ve yapraklarının / Kendi yaşam alanları olan / Hava ve toprakla bağlantısının kopmasına benzer…”
Güçlü sesiyle Almanya Acı Vatan türküsünü zihinlerimize kazıyan Selda Bağcan da dönemin sürgün sanatçılarından biri. O günlerde yaşadığı yalnızlık duygusunu bir daha hiç unutmamış: “O ince belli çay bardağı var ya, buradan giden işte ilk onu özler. İnce belli bardakla çay içmeyi. Düşünün, işte bu kadar ince detaylar insanı vatanına bağlıyor…” (32. Gün programına verdiği röportajdan alıntı)
Bu dönemde sansürden nasibini alan sadece Türkiye’deki sanatçılar değildi. Almanya’daki Türkiyeli göçmen toplumu içinde hayli popüler olan ve Alevi türkülerinin piri, Anadolu rock’ının kopuk halkası, Almanya düğün salonlarının Rolling Stone’u olarak bilinen Derdiyoklar ikilisi de bu sansürden payını alanlardan. İkiliden Ali Ekber Aydoğan bu durumu şöyle anlatıyor: “Açık konuşmak gerekirse, biz daha çok sosyal içerikli şarkılar yaptığımız için birçok eserimize sansür uygulanıyordu. Bazı kasetlerimiz o dönemde, işte 70’li yılların sonunda ve 80’li yılların başında, ancak tezgah altından gizli gizli satılabiliyordu.” (WDR Köln Radyosu arşivi)
Ali Ekber Aydoğan 2021 yılının Nisan ayında geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. “Götürün memleketime, türkülerle gömün beni” diye vasiyet etmişti, öyle de oldu. Malatya ili Yazıhan ilçesinin Fethiye Köyü’ne bağlı Yukarı Tenci Obasında doğan Ali Ekber Aydoğan’ın cenazesi yine burada türküler eşliğinde toprağa verildi.
12 Eylül askeri darbesini takip eden yıllar, Türkiye’de sansür uygulamalarının akıl almaz boyutlara ulaştığı bir dönem olarak yaşandı. Örneğin Sezen Aksu’nun Sarışınım şarkısı, bestecisi bir Ermeni olduğu için sansüre takıldı. Karlı Kayın Ormanı, sözlerinin Nazım Hikmet’e ait olması gerekçe gösterilerek aynı akıbete uğradı. Barış Manço’nun Arkadaşım Eşek şarkısı, bir insanın eşekle arkadaşlık edemeyeceği gerekçesiyle sansür kurulunu geçemedi. Hatta sanatçıya, şarkıdaki eşeğin bir kuzu ile değiştirilmesi dahi önerildi. Bülent Ersoy’un cinsel yönelimi de darbecilere dert oldu. Sanatçıya sahne yasağı getirildi. Danıştay, 1983’te Ersoy’un erkek olduğuna karar verdi ve sahneye ancak erkek kıyafetiyle çıkabileceğine hükmetti. Sanatçının kadın kimliğini kazanması ancak 1988’de çıkarılan bir yasayla mümkün oldu.
Bütün cunta rejimleri gibi 12 Eylül askeri darbesi de özgür sanatın düşmanı oldu. Albümler yasaklandı, şarkılar sansürlendi, sanatçılar tutuklandı, sayısız isim zorunlu bir sürgün için Almanya’nın yolunu tuttu. Ne var ki hiçbir cunta rejiminin yarattığı karanlık sonsuza dek sürmüyor. Ülke içinde ve başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerinde sürdürülen insan hakları ve demokrasi mücadelesi yıllar içinde 12 Eylül karanlığını parçalamayı başardı. Sürgündeki sanatçılar ülkeye döndüler. Sansürlenen şarkılar yeniden meydanlarda özgürce söylendi. Murathan Mungan’ın dediği gibi: “Bak işte yaklaşıyor fırtına / Bak yine yükseliyor dalgalar / Yıllardan sonra, yollardan sonra / Şarkılar söylüyor çocuklar / Yıllardan sonra, yollardan sonra / Yeniden yan yana onlar…”
Türkiye-Almanya Göçleri Müzemizi ziyaret etmek için;
https://turkishgermanmigrations.org