Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
Mustafa İbrahim Çağlar / beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları 2019 Gönüllüsü
Ankara’dan Amsterdam’a başkentler arası bir yolculukla başlayan deneyim ve gözlem sürecinde aktaramadıklarım, aktarabildiklerimden çok daha fazla. Yaşama, özgürlüğe, sanata, teknolojiye, kısacası değinilmesi gereken hemen her mevzuya dair bileşenler, adeta Hollanda’nın kanallarında yüzüyor.
Beraberce Derneği’nin “Hatırla!” projesi kapsamında gerçekleştirdiği değişim programıyla Lahey Barış Projeleri adlı sivil toplum kuruluşunda deneyim kazanma fırsatı elde ettim. Kurum merkezinin uluslararası adalet ve barış kenti olarak bilinen Lahey’de olmasının yanı sıra, başka illerde de faaliyet göstermesi sayesinde birçok şehirle, insanla, toplulukla; kısacası birçok hafızayla tanıştım. Elbette ki bu sınırlı zaman dilimine sığdıramadığım fazlasıyla istenç ve gereklilik olsa da sığdırabildiklerim açısından bile çok şanslıyım. Bunların başında da pek tabii ev sahibi kurum ve bu kurumda yer alan barış insanları geliyor. Ne yazık ki Lahey Barış Projeleri’nin samimiyetini ve dirayetini yazarak anlatmak, yaşamak kadar kolay değil. Ancak yine de kelimelerin elverdiği kadarıyla bu Hafıza mekânını aktarmaya çalışacağım.
Lahey Barış Projeleri:
Lahey Barış Projeleri; küresel çaplı çeşitli yeni fikir ayrılıklarının ve çatışmaların ortaya çıkması ve yıllardır çözülemeyen diğer problemlerin de şiddetini artırması sonucu dört insan hakları savunucusu tarafından 2014 yılında kurulmuş. O dönemlerde Ortadoğu’da ‘Işid’ şiddetini artırıp hilafet ilan etmiş; İsrail, Gazze operasyonunu yapmış ve yine dünyanın diğer yerlerinden de masum insanların ölüm haberleri gelmeye devam etmişti. Avrupa’da ise aşırı sağ yükselişe geçmişti.
Tüm bunlar yaşanırken dünya barışı için katalizör görevi üstlenen bu kuruluş bugüne kadar çeşitli sahalarda faaliyet gösteren yüzlerce aktivistin ve gönüllünün enerjisine sahip. Özellikle çatışma alanlarına yoğunlaşıp barışı sağlamanın diyalog temelli gelişebileceği gerçeğini çeşitli çalıştaylar, sunumlar, tartışmalar ve sosyal sorumluluk projeleriyle gün yüzüne çıkarmayı hedefliyor.
Beş yıl önce kurulan ve Lahey’in merkezinde bulunan Lahey Barış Projelerinin ofisini belediye temin etmiş. Kapısını herkese açan bu ofise asıl sıcaklığını verenler ise elbette ki barış insanları.
Her dilden, ırktan ve kültürden insana ev sahipliği yapan bu projede inisiyatif alan birçok kişi, öncesinde baskı ve şiddet koşullarında yaşamış. Yaşanmışlıklarını barışı inşa etmek için kullanmaktan çekinmeyen bu insanlar; aslında hafızayı diri tutmak isteyenler.
Hafıza ve vicdan mekanlarının her biri, unutmaya karşı mücadele veriyor. Demokratik bir düzen inşa etme sürecinde en etkin rollerden birine sahip olan bu mekanlar, geçmişten günümüze bilgi ve obje aktarırken, bizi geçmişe de götürüyor. Birçoğu geçmişte yaşanmış spesifik bir olay ya da olguyu inceliyor, bununla yüzleşiyor ve toplumun da yüzleşmesine olanak sağlıyor. Lahey Barış Projeleri ise bu yönden ayrı bir niteliğe sahip. Geçmiş-şimdi-gelecek arasındaki köprüyü, özellikle süjeler vesilesiyle kuruyor. Dolayısıyla dinamik bir yapıya sahip. Aynı şekilde birçok Hafıza ve Vicdan Mekanı, geçmişte yaşananları günümüze yansıtacak şekilde faaliyet gösterirken; Lahey Barış Projeleri, güncel sorunlara da ayna tutuyor.
Zaten kuruluş gayesi de çabaları da inançları da bu sorunları çözebilmek. Dünyanın dört bir yanında bulunan çatışma alanlarına ve baskının hakim olduğu yerlere yönelik çalışmalar yürüten bu proje; Bangladeş, Suriye, Sudan, Fas, Somali, Nikaragua, Büyük Göller Bölgesi ve Türkiye bölgeleri için çalışma gruplarına sahip. Ayrıca kimi zaman diğer bazı inisiyatiflerle birlikte hareket edip büyük organizasyonlara da imza atıyor ki bunların başında “The Hague Hacks Festival” gelmekte. Bu sene aralık ayında düzenlenecek bu festivalde teknolojiyi kullanarak barışı şekillendirebilmenin yolları aranacak.
Toplumu, tarihte yer alan bazı olaylarla eleştirel bir şekilde yüzleştirmek ve kolektif hafıza yaratmak için “Diyalog” temelli hareket ediyor. Eksikliğin burada yattığını düşündükleri için daha fazla diyalog alanlarının oluşturulması gerektiğine inanıyor ve bunun için çaba sarf ediyor. Gerçekten de söylemesi basit ama inisiyatif alması zor bir konu. Projede yer alanlar zor olanı yapıyorlar ve çoğu insanın gösteremediği cesaretli tavrı sergiliyorlar.
Projeyle tanışmak ve çalışmak bana birçok kazanım sağladı. Eğiten ve öğreten bir yapıya sahip olmasının yanı sıra; düşündüren bir yanının olması, benim en büyük kazanımım oldu. Anladığım kadarıyla diyaloğun düşündüren bir etkisinin olması, barışa elverişli ortamı yaratacağı inancının temelinde yatıyor. Bunun içindir ki diyaloğun doğru yapılması en az diyaloğun kurulması kadar önemli. Aksi halde sadece tarafların savlarını savunacağı bir arena ortamı oluşturacaktır.
***
Bir yandan Lahey Barış Projeleriyle çalıştayları takip ediyor ve gözlem yapıyorken bir taraftan da yaşama adapte olmaya çalışıyorum. Ankara’dan yola çıkarken başlayan heyecanımın dinmesine müsaade etmeyen şehirler, yaşam biçimleri; her geçen gün merakımı tazeliyor. Birçok açıdan kendine has ögeleri içinde bulunduran Hollanda, geçmişiyle bağını da sağlam tutuyor.
Hollanda Krallığı meşruti monarşiyle yürütülüyor, hükümet sistemleri ise Parlamenter Sistem. Başkent Amsterdam olsa da devlet kendini Lahey’de daha fazla belli ediyor.
Hükümetin, uzun bakanlık binalarının ve parlamentonun bulunduğu bu şehir, Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi başta olmak üzere birçok uluslararası kuruluşa da ev sahipliği yapmakta. Bu yönüyle hukuk literatüründe de ayrı bir öneme sahip.
Bu kasvetli tanımlamayı bir kenara bırakacak olursak, devletin idari açıdan kendini topluma hissettiriş biçiminin beni şaşırttığından bahsetmek istiyorum. Sanıyorum ki burada haftalardır gördüğüm güvenlik güçleri sayısı, Ankara’da birkaç saatte gördüğümden çok daha azdır. Ancak devlet kendini, özellikle toplumsal normların ihlalinde ciddi bir şekilde belli ediyor. Tanıdığı özgürlüğün sınırlarını net bir şekilde çizmiş bulunmakta. Ve bu noktada devlet toplum ilişkisi iki yönlü de başarılı gibi görünüyor. Sosyal devlet kalıbına oturan bir anlayışa sahip bu ülkede, toplum da bu düzenin korunmasında etkili. Kendi dinamiklerini bu denli ayakta tutmalarının altında, toplumla devletin uyumu var diye düşünüyorum. Bir turist olarak gelen de, iltica eden de yaşam formundan ayrı hareket etmiyor.
Bu süreçte burada yaşayan insanlar, tebessümü ve kibarlığıyla olabildiğince yardımcı oldu bana. Özellikle ilk günlerde sürekli yeni normlarla, bilgilerle karşılaşıyor; kimine hayret ediyordum. Hayat kalitesi, alışkanlıkları ve şehrin dinamiği insanı içine çeker nitelikte. Tabii ki yaşam kalitelerinin bu düzeyde olmasında beşeri olmayan birçok sebep yer alsa da toplumun kendi rolü çok yüksek.
Peki barışın ve huzurun hakim olduğu bir toplumu inşa etmek için ihtiyacımız olan şeyler nelerdir?
En ilkel ve en temel tartışma konularından biri olan bu mevzuyu; tarihsel, antropolojik, sosyolojik vb. birçok bilimin süzgecinden geçirmek gerekiyor. Aynı şekilde, hayatını bu cevabı bulmaya ve icrasına adamış olan hatırı sayılır insanları referans almak, işlevsel bir cevabı bulmakta yardımcı olacaktır. Sanıyorum ki tüm bu otoritelerin ortak buluşma noktalarından biri, toplumu geçmişle yüzleştirmek, geçmişi topluma doğru aktarmak olacaktır.
Geleceği yaşanabilir hale getirmek için geçmişi nasıl kullanacağımız hususu birçok farklı yaklaşım ve metodu beraberinde getiriyor. Amsterdam sokaklarında dolaşırken rastgele karşılaştığım bir hafıza projesi, bu konudaki en iyi örneklerden biri.
Stolperstein (Tökezleme Taşları):
Stolperstein ya da “tökezleme taşları” Alman sanatçı Gunter Demnig tarafından 1993 yılında Nasyonel Sosyalizm kurbanlarını anmak için tasarlanıyor. 1996 yılında ise projeyi Berlin’de bulunan Kreuzberg semtinde yasa dışı bir şekilde hayata geçiriyor. Bugün ise 1200’den fazla yerde bulunmaktadır.[1]
Auschwitz kampında katledilen Yahudiler başta olmak üzere; diğer kamplarda katledilenler, kaçanlar, akıbeti belli olmayanlar ve Naziler tarafından toplum dışına itilenler için de proje varlığını sürdürmekte. Kurbanların en son yaşadığı yer olarak bilinen evlerin önündeki kaldırımlara yerleştirilen bu taşların en üstünde “Burada Yaşadı” yazıyor. Akabinde ise isim-soy isim, doğum yılı, ölüm yılı, nerede öldürüldüğü yahut bilinmezliği gibi bilgiler yer alıyor. Yok edilenlerin birer birer anılması; tarihe değil, günlük yaşama yazılabilmesi için yapılan her taş, bir bireyin en son yaşadığı veya çalıştığı yerde, kamusal belleğe çakılıyor. Çok sayıda ülkede yer bulmuş tökezleme taşları, dünyanın en büyük birey odaklı anıtı olarak kabul edilmekte. [2]
Tökezleme Taşları (Stolperstein), Holokost kurbanlarını anarken, geçmişte yer edinen bu kirli izin hatırlanmasına, daha doğrusu unutulmamasına aracılık ediyor. Bu yönüyle “hafıza taşları” olarak nitelemek, sanıyorum ki yanlış olmayacaktır. Kiminin hüzünlenmesine, kiminin öğrenmesine, kiminin düşünmesine yol açan bu projenin en işlevsel özelliklerinden birinin, çocukların da ilgisini çekmesi olduğunu düşünüyorum. Kolektif hafızanın kalıtsal olabilmesi için çocukların rolünün ne kadar önemli olduğu gerçeği, Anne Frank örneğiyle ortaya çıkıyor aslında.
“Böyle zamanlarda yaşamak zor: içimizdeki idealler, hayaller ve umutlar yaşamın acımasız gerçekleri yüzünden paramparça olur… Hayatımı kaos, acı çekme ve ölüm üzerine kurmam mümkün değil. Dünyanın yavaş yavaş vahşete büründüğünü görüyorum; bir gün bizi de yok edecek olan fırtınanın sesini duyuyorum; milyonlarca insanın acı çekişini hissediyorum.”
Günlüğünün 15 Temmuz 1944 tarihli sayfasında yaşananları böyle anlatır Anne Frank.
Anne Frank 1929 yılında Almanya’nın Frankfurt şehrinde doğar. Hitler’in iktidara gelmesiyle birlikte ailesiyle Almanya’yı terk edip Hollanda’ya yerleşirler ve burada yaşamaya başlarlar. Bir süre sonra Hollanda da Naziler tarafından işgal edilir. Anne Frank ve ailesi İsviçre’ye kaçtıklarını belirten bir not bırakarak ortadan kaybolurlar. 2 yıl boyunca babasının Amsterdam Prinsengrach’taki iş yerinin üst katında hazırladıkları gizli bir bölmede saklanarak hayatta kalabilirler.
1944’e kadar aile bu gizli bölmede yaşamaya devam eder. Bir ihbar sonucu gizlendikleri yer ortaya çıkar ve Hitler’in siyasi polisi Gestapo tarafından yakalanıp, Auschwitz Toplama Kampı’na gönderilirler. Anne Frank, 1945 yılında savaşın bitmesine 2 ay kala tifüs hastalığı nedeniyle toplama kampında yaşamını yitirir. Henüz 15 yaşındadır… Baba Otto Frank hariç ailenin diğer fertlerinin hayatları da toplama kamplarında son bulur.
Henüz küçük bir çocukken İkinci Dünya Savaşı’nın acı gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalan Anne Frank, 12 Haziran 1942’de 13.yaş gününde kendisine hediye edilen ajandaya yazarak başlar günlük tutmaya. Sürgündeki Hollanda hükümetinin Kültür ve Bilim Bakanı Bolkestein’ın radyoda yaptığı bir konuşmayı dinleyene kadar, sayfaları yalnızca kendisi için doldurur.
Bakan konuşmasında, gelecek kuşakların savaşın dehşetini anlayabilmesi, yaşanan zulme şahitlik edilebilmesi için kayıt altına alınmış tüm belgelerin yayımlanması gerektiğini ifade eder, buna örnek olarak da günlükleri gösterir.
Anne de savaştan sonra bir kitap yayınlama hayalleri kurmaya başlar. Toplama kampına gönderilmeden önce ailece 2 yıl boyunca saklandıkları “Arka Ev” diye nitelendirdiği gizli bölmede savaşı, korkularını, iç dünyasında yaşadıklarını, gözlemlerini, bu baskı ortamında hissettiklerini ve geleceğe dair umutlarını, planlarını bir bir bu günlüğe yazmaya başlar. Ölümünden sonra yazdıklarını onun adına yayımlayan ise ailenin sağ kalan tek üyesi, baba Otto Frank olur.[3]
İlk olarak 1947’de Hollandaca çıkan kitap, zamanla yetmişten fazla dile çevrilir. Holokost’un birçok kurbanı gibi Anne Frank’ın hayalleri, geleceğe yönelik planları da günlüğüne son yazdığı tarih olan 1 Ağustos 1944 tarihi itibariyle yarım kalarak son bulur. Fakat 13 yaşında yazmaya başladığı günlükler yıllar sonra milyonlara ulaşır ve Nazi döneminde yaşananları insanlığın gözleri önüne serebilen en etkili yapıtlardan da biri olur. Dünyada en çok satan kitaplar listesine giren günlükler birçok ülkede ders kitabı olarak da okutulur.
________
[1] http://www.stolpersteine.eu/en/
[2] https://www.dw.com/en/20-years-of-stolpersteine/a-19252785
[3] Anne Frank’ın Hatıra Defteri, Epsilon Yayınevi, Haziran 2019