Rojda Yıldız / beraberce Değişim 2018 Gönüllüsü
“Bir kez var olmuş olan, var olmamış sayılamaz bir daha: Artık bu gizemli, bu son derece karanlık olgu, “var olmuş olmak” olgusu, sonsuza dek o kişinin yaşam kaynağı olacaktır.”[1]
(Vladimir Jankelevitch)
Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde iki ay boyunca gönüllü olarak çalışacağım District Six müzesinin tarihini ve hikâyesini anlatmadan önce Güney Afrika’nın sömürge tarihine bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Keza burada çatlak bir bardağın üzerinde dahi “kanlı-beyaz bir ruh” dolanıyor.
“Modern Tarihi” Sömürgecilikle Başlayan Bir Ülke: Güney Afrika Cumhuriyeti
17.yy’da Avrupalıların ticari arayışlarının sonucu olarak Portekizliler tarafından “keşfedilen” bir kıta Afrika. Daha sonra bir Hollanda ticari şirketi adına, Jan Van Riebeeck tarafından keşfedilen bu bereketli topraklardan, hem ticaret hem yaşam koşulları olarak oldukça verimli olması sebebiyle olsa gerek bir daha geri dönmemişler. Başlarda tüccarların ve Avrupalı gezginlerin dinlenmeleri için inşa edilen dinlenme mekânları daha sonra Avrupa’dan gelen yerleşik yaşamaya başlayan beyazların istilası ile bu toprakları sahiplenmeye başlamışlar. İlk olarak Khoisanlar olarak bilinen bu toprakların yerli sahiplerini oldukları bölgelerden atmaya çalışmakla başlamış sömürgecilik faaliyetleri. Daha sonrasında özellikle Hindistan, Endonezya gibi bölgelerden köle olarak kullanmak için zorla insanlar getirilmiş Güney Afrika’ya. Köle nüfusunun beyaz nüfusundan fazla olduğu bu süreçte beyazlar ile kölelerin birlikteliğinden doğan colored olarak adlandırılan melez ırk ortaya çıkmış.
Hollandalıların bölgeye geliş amaçlarının yarattığı tahribat ilerleyen dönemlerde bölgede yoğun şekilde altın ve elmasın keşfiyle daha da artmış. Avrupa’dan getirtilen elmas ve altın arama makineleri, kurulan fabrikalar sonucunda buranın yerli halkı kullanılarak Avrupalılar zenginleştirilmiş, sayıca siyahlardan daha az olmalarına ve bu topraklara çok sonradan gelmiş olmalarına rağmen hem siyasi hem ekonomik gücü ellerinde bulundurmaya başlamışlardır. Öncelikle Hollandalıların daha sonra İngilizlerin göç istilasına uğrayan bölge daha sonra birçok Avrupalıyı “sırtında taşımak” zorunda kalmış.
Güney Afrika’da Lanetli Bir Kelime; Apartheid
“Yapısal ırkçılık, etnik veya ırksal bir grubu sistematik olarak avantajlı, diğer etnik ve ırksal grupları da sistematik olarak dezavantajlı kılan bir yapıya işaret eder. Dolayısıyla Amerika’da Siyahların, Türkiye’de Kürtlerin veya Ermenilerin ırkçı olma imkânı ve iktidarı yoktur. Çünkü ırkçılık ancak iktidarla gelebilir.”[2]
(Barış Ünlü)
Irkçılık 20.yy’ın en lanetli kelimesi olarak görülse de tarihsel serüveni içerisinde Afrika kıtasında çok daha öncesinde kök vermiş bir ideoloji. Kuşkusuz bu ideolojinin kendiliğinden menkul var olduğunu, ortaya çıktığını söylemek ideoloji kavramının kendi içkinliğine uymayan bir tanım olacaktır. Bir sistem olarak ırkçılık uygulandığı bütün yeryüzü mekânlarında bir devlet ideolojisi olarak iktidarları ayakta tutan bir uygulama hali olarak ortaya çıkmıştır. Ünlü’nün yukarıdaki sözünde değindiği gibi bir sistemsel uygulama hali olan ırkçılık Güney Afrika’da da bir iktidar unsuru olarak kapitalizmin boy vermeye başladığı 18. ve 19.yy’larda ortaya çıkmış 20.yy’ın ilk yarısında da bir legal iktidar sistemi olarak başa gelmiştir. Daha önceleri fiili olarak uygulanan birçok ırkçı uygulama 1913 yılı ile beraber Apartheid uygulamalarının resmi olmayan başlangıcı olarak hayata geçirilmeye başlanmıştır. 1913 Natives Land Act (Yerli Toprak Yasası), siyah ve beyazların yaşam alanlarının kesin ve yasal olarak ayrıldığı ilk uygulama olarak tarihe geçmektedir. Bu yasaya göre şehir merkezleri beyazlara ayrılmış, siyahlar şehrin dışındaki alanlarda yaşamaya zorlanmıştır. Bu yasa ile siyahların toprak sahibi olması yasaklanmış ancak çiftliklerde beyazların yanında çalışabileceği duyurulmuştu. Yasa henüz geçirilmeden önce gündeme gelmesi sonucu siyahların örgütlü olarak bir araya gelmenin yollarını aramalarına sebep olmuş. Bunu takip eden süreçte 1912 yılında Güney Afrika Yerli Konseyi bir grup yerli Afrikalı tarafından ilan edilmiş. Bu konsey ilerleyen zamanlarda Nelson Mandela’nın da başkanlığını yapacağı Afrika Ulusal Kongresi’ne (African National Congress-ANC) dönüşecektir. Çıkartılan toprak yasaları ve beyazların Afrika’yı kendi toprakları olarak görüp siyahlardan nefret etme duygularının derinleşmesinin Apartheid rejimine giden yolları ördüğü dönemde, siyahlara ve melezlere kendi topraklarında bir yabancı olarak verilen tek “hak” beyazlara hizmet etmek.
1.Dünya Savaşı sonrası İngiltere ve Hollanda’nın artan ekonomik krizleri ve yönetimi eskisi kadar elde tutamamaları Afrika’da bulunan beyazlar açısından huzursuz bir ortamın doğmasına yol açmış. 1940’ların başından itibaren şehir merkezlerine göç eden siyahlar ise bu huzursuzluğun temel sebeplerinden biri olarak “beyaz efendilerin” huzursuzluğunun daha da artmasına yol açmış. Nazi rejimi ile beraber artan ırkçı ideolojinin etkisi ile makbul insan sıfatı “Avrupalı, beyaz, erkek”lere bahşedilmiş halde iken daha öncesinde şehir merkezlerinde bulunmaları gayri resmi olarak kabul edilmeyen ve dışlanan siyahlar, 1946’larda ilk kez şehir merkezlerinde beyazlardan daha fazla olmaya başlamışlar.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları sonrası artan ırkçı eğilimler sonucu, bu tutumda olanlar “Nationalist Party” çevresinde toplanmışlardır. Böyle bir ortamda yapılan seçimler sonucu D. F. Malan başkanlığındaki Nationalist Party iktidara gelmiş ve bu ırkçı düzeni sistemleştirmiş, böylelikle Apartheid’ın resmi tarihi başlamış.”[3]
Apartheid rejimi 1948’te başa geldiği dönemden 1992’de seçimleri kaybedene kadar sömürgecilik kurallarını ağır bir şekilde uyguladı. 1949’da ilk çıkarılan yasalardan biri siyah ve beyazların evlenmesinin yasaklanması oldu. Yasal evliliklerle beraber bunun dışındaki siyah-beyaz arasındaki her türlü duygusal, cinsel ilişki de yasaklanmış buluyordu. Restoranlarda, kafelerde, kamuya açık her mülkte siyahların ve beyazların oturdukları yerler ayrılmış, siyahlara mülk edinme yasağı getirilmiş. Beyazların, siyahların, melezlerin yaşadığı yerler hiyerarşik mekanlara ayrılmış, ırklara göre yerleşim yerleri belirlenmiş. Bununla beraber, şu an bulunduğum District Six bölgesinin de hikâyesi olan zorunlu yerinden etmeler en kanlı sahnelere yol açan uygulamalardan biri olarak yapılmış. Yaklaşık 4 milyon siyah yerlerinden zorla edilerek şehir merkezlerinin dışına sürülmüş, mallarına el konulmuş. Siyahlar ayrı okullarda eğitim görmüş, ne kadar eğitim görseler de bir beyazın sahip olduğu şeylere asla sahip olamayacağı öğretilmeye çalışılmış. Köle olarak beyazların hizmetine alınmış, işkenceye maruz kalmış ve bir sömürge hikâyesi olarak siyahlara köklerinden ve kendilerinden siyah oldukları için utanmaları gerektiği sürekli hatırlatılmış.
Apartheid Karşıtı Mücadele; Mandela ve Yoldaşları
“Yalnızca şiddet, halkın şiddeti, liderlerin örgütlediği ve yönlendirdiği şiddet, kitlelerin toplumsal gerçekliği kavramasının anahtarını verir. Bu mücadele olmadan, bu praksis olmadan, olsa olsa yalnızca bir karnaval, bir curcuna olur.”
(Frantz Fanon)
1912 yılında kurulan Güney Afrika Yerli Konseyi direnişin örgütlü başlangıç tarihi olarak anılıyor. Daha sonralarda Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) dönüşen örgüt 1950’lere kadar etkin olarak faaliyet yürüten bir örgüt değil. 1944’te bir gençlik örgütü (Anton Lembede öncülüğünde kurulan örgütün adı Kongre Gençlik Birliği olarak konulmuş) olarak oluşturan organizasyon takip eden süreçte öncelikle pasif direniş eylemleri, kitlesel protestolar ve militan eylemler içeren bir program oluşturuyor.[4] Apartheid’ın başa gelmesiyle beraber artan şiddet uygulamalarına karşı ANC ve Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) bu dönemde ortak hareket etmeye başlamış. 1955 yılında bir “Özgürlük Bildirgesi” yayınlanmış ve bu bildiride var olan eşitsizlikler ortadan kalkana kadar kesintisiz şekilde mücadele edileceği, herkesin eşit bir şekilde insan haklarından yararlanması gerektiği vurgusu yapılmış. Bu süreçte kimlik taşımayı reddetme, beyazların girdiği alanlara girip oturma, toplu grevler gibi sivil itaatsizlik eylemleri yapılmaya çalışılmış, birçoğu rejim tarafından zor kullanılarak yasaklanmış ve ağır cezalara tabi kılınmış.
Ülke tarihinde çok önemli bir yeri olan ve ANC’nin direniş çizgisini de radikalleştiren asıl olay 21 Mart 1960 yılında gerçekleştirilen Sharpeville katliamı olmuş. ANC ve PAC (Pan Africanist Congress, ANC’den daha radikal bir programa sahip 1959 yılında kurulmuş bir örgüt) ortak bir çağrı ile halkı meydanlarda rejimi protesto etmeye ve barışçıl mitingler düzenlemeye davet etmiş. Bu gösterilerin hepsi rejim tarafından polis şiddeti ile dağıtılmış fakat Sharpeville’de polis, çok büyük bir katliam gerçekleştirmiş. Yüzlerce kişinin ölümüne yol açan bu katliam sonrası örgütlerin üzerine ciddi bir baskı yapılmış, aralarında Nelson Mandela’nın olduğu yüzlerce örgüt lideri ve aktivisti tutuklanmış. Bu süreçten sonra demokratik, barışçıl eylemler yerini çatışmalı ve illegal mücadeleye bırakmış.
1961’de ANC’nin silahlı kanadı olarak “Umkhonto we Sizwe” (Halkın Mızrağı) isimli örgüt kurulmuş. Resmi binaları bombalayan ve suikast eylemleri düzenleyen bu silahlı kanadın binlerce üyesi olduğu bilinmekte. Rejimin bu eylemlere verdiği karşılık ise daha fazla ölüm, gözaltı ve işkence olmuş. “Afrikaans” (Flemenkçe ve yerel dilin birleşiminden ortaya çıkan dil) dilinin okullarda zorunlu dil olarak öğretilmeye başlanacağının duyurusu ile okullara da sıçrayan bir direniş başlamış. 1976’da Soweto’da okul çıkışı yürüyüşe geçen bir grup öğrenci, bu kararı protesto etmek istemiş fakat polisin ateş etmesi sonucu çoğu çocuk yüzlerce Afrikalı öldürülmüş. Bu haberin ülke çapında duyulması protestoların daha da yaygınlaşmasına sebep olmuş. Bir yıl sonra gençlik örgütü liderlerinden ve Siyah Bilinç hareketi öncüsü Steve Biko’nun gözaltında işkence ile öldürülmesi protestoların giderek artmasına sebep olmuş. Bu dönem içerisinde uluslararası politikada da ırkçılık karşıtı ülkelerin rejimi protesto eden açıklamaları ve uygulamaları ile rejim içinden çıkılmaz bir hale gelmiş.
1985’de Robbin Adası’nda yıllarca mâhkum edilen ve o dönem hala mâhkum olan Mandela ile görüşmelere başlanmış, örgütün silahları bırakması istenmiş. Fakat karşılıksız olarak buna yanaşmayan Mandela bu teklifi reddetmiş. 1989 yılındaki seçimlerle başa gelen F.W.De.Klark hükümet içindeki reformist kanadın temsilcisi olarak hem uluslararası politikanın baskısı hem artan ve önü kesilemeyen direniş süreci sonrası Mandela’yı serbest bırakmak zorunda kalmış ve siyasi örgütlerin üzerindeki yasakları kaldırmış. Yeni anayasa yapımı sürecine girilmiş ve 1994 yılında yapılan seçimlerde Mandela önderliğindeki ANC ezici çoğunlukla seçimleri kazanmış, Mandela devlet başkanı seçilmiş ve ülke tarihinde ilk kez siyahlar iktidara gelmiş.
1948’den 1994’e kadar ağır acılar yaşamak zorunda kalan Güney Afrika halkı bu saatten sonra ırkçılığa karşı mücadelede önemli adımlar atmış. Ülkede şu anda ırkçılık en ağır suçlardan biri olarak sayılmakta, nefret suçları ağır hapis cezalarına tabi tutulmakta. Her ne kadar süreç iyileştirilmeye çalışılsa da hükümetlerin yapabildikleri şeyler bu hakları ancak anayasal güvence altına almak olmuş. Güney Afrika halkı kendi acılarını hafifletebilmek ve geçmişi iyileştirebilmek için başka yöntemler, yollar bulmak zorunda kalmış. Bunun en güzel yollarından biri olarak da hafıza mücadelesi ve geçmişe ne olursa olsun sahip çıkıp, geçmiş hikâyeyi anlatma mücadelesi olmuş.
Bir Kez Var Olmuş Olmak ve Sonsuza Dek Bir Yaşam Kaynağı: Distict Six Müzesi
“Yas çalışmasında sevilen kişi/nesne/yer artık yoktur ve bütün libido o kişiye bağlayan bağlardan vazgeçmek zorundadır. Oysa libido psişik düzeydedir ve hala bağlıdır. Bu da haklı bir başkaldırıya sebep olur. Buna karşın gerçekliğin dayattığı her buyruğu gerçekleştirme ve bunu kolektif olarak yapmak (ağlamak, mezar anmaları yapmak, kaybedilen ‘şey’in anılarını dile getirmek…) bir yas çalışmasıdır ve bundan sonra ‘ben’ tekrar özgürleşir. Sonunda kaybedilen nesne anı olarak içselleştirilir ve ‘mutlu bir hafıza’ oluşur.”
(Paul Ricoeur)
Bu kadar uzun bir alıntı ile başlama nedenimi aidiyet duygum ve şu an bulunduğum mekân arasında kurduğum yakından ilişkinin bir sonucu olarak görüyorum. Hafızanın bir depo olmadığını öğrendiğim ve düşünmeye başladığım Saime Tuğrul’un o müthiş yüksek lisans dersinden sonra kişisel deneyimlerin bir birikim halinde olmadığını sürekli yaşanan deneyimle beraber tazelendiğini ve hafıza ile tarih kavramlarının birbirine zıt yürüyen kavramlar olduğunu anlamamla beraber ortaya çıkan başka bir bakış halinin tezahürü. Bülent Bilmez’in arşiv hastalığı olarak nitelendirdiği tarihçilik anlayışının tam karşısında bir var oluş hali olarak hafıza ile direnmek. Geçmişi bir tomar kâğıt üzerinden değil deneyimlenen “şey”lerin parçalanmış, bölünmüş ve fakat parçalar halinde anın kendisinde var olan bir hatırlama halini önemsemek. Aristotales’in “Hafızanın konusu geçmiştir” belirlemesiyle başlıyor Ricoeur kitabına ve anımsama üzerine Spinoza’nın Ethica isimli eserinden 18. önerme ile karşımıza çıkıyor: “İnsan bedeni aynı anda iki ya da daha çok bedenin etkisine maruz kalmışsa, ruh daha sonra ikisinden birini hayal ettiğinde, beden ona diğerlerini de anımsatır.[5]” Anımsamanın ve hatırlamanın tek başına meydana gelemeyeceğini ve etkileşim halinde olduğunu, ona onu hatırlatan şeyler, nesneler, kişiler, mekânlar olması gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Konusu geçmiş olan bir olgunun ve aslında bir varoluş halinin tek başına yaşanamayış oluşu, geçmişi ve günü çoklu hatırlama zeminleri üzerine kurduğumuzu görmemize yol açıyor. İlk kez Maurice Halbwachs tarafından dillendirilen “kolektif hafıza” hafızanın tekillikler içerisinde bir çoğul mekanizma oluşturduğunu ve hafızanın kolektif özneler tarafından oluşturulduğunu iddia eder. Pierre Nora ise bu kolektif hafızanın “hafıza mekânları” ürettiğini, bu mekânları tarih ve hafıza arasındaki farka gönderme yaparak açıklamaya çalışır. Nora’nın hafıza mekânlarında tarih ve hafıza ayrımına dair Ayşe Uslu “Hafıza ve Geçmişin Talebi Olarak Tarih Arasındaki Ayrım” isimli makalesinde şunları belirtiyor:
“Tarihin alanı, iz, temsil, dolayımlama ve mesafe iken, gerçek hafızanın alanı, yaşayan toplumların hareket halindeki yaşamıdır. Kalıcı bir evrime tabi gerçek hafıza ortamları, unutmanın ve hatırlamanın diyalektiğine sahiptir. Tarih geçmişin temsili iken, hafıza, toplumsal deneyime dayalı edimsel fenomenal alanın sürekliliği içinde genişleyen bir şimdidir. Entelektüel üretime dayalı tarihin tersine, daha çok duygulanımsallığa ve doğrudan eyleme dayalı hafıza, kolaylıkla temsil edilebilir süreçlere dayanmadığından, tarih gibi analize ve eleştiriye gelmez. Tarih geçmişi şimdide var etmeye çalışan, geçmişin talebi iken, hafıza geçmişin şimdide en pratik anlamıyla yaşamasıdır.”[6]
Bu tanımlamalar içerisinde hafıza, toplumsal deneyime dayalı olan ve sürekli yeniden üretilen ve üretildiği mekânları “anma mekânlarından” farklı olarak geçmişin devamlılığının talebi üzerine kuran ve bu “arzu” üzerinden eski mekânların devamlılığını (burada mekân sadece bir bina ya da müze olarak kullanılmamakta, hafızanın kendini var ettiği her türlü mekân olarak kodlanmakta) geçmişin hafızası ile yeniden üreten bir mekân-hafıza analojisi ile karşımıza çıkıyor.
Bütün bu çok ama çok az özet hafızaya dair kısa notlardan sonra şunu dile getirmek mümkün diye düşünüyorum: Hafıza kolektif bir üretim alanı olarak yazılı tarihten farklı bir geçmişi hatırlama “aracı”dır. Arşivlerden, yazılanlardan, resmi ideoloji geçmişlerinden bağımsız ve ayrı olarak tekil hikâyelerle sıradan olanın hikâyesinin kutusu hafıza. Sürekli değişen, hatırladıkça değişen, hatırladıkça bölünen, bölündükçe direnen bir mekanizma. Peki, ya geçmişinizde kötü şeyler yaşadıysanız? Travmatik olaylara maruz kaldıysanız?
Özellikle 20.yüzyılda yaşanan devlet şiddetlerinin yaygın ve ağır bir şekilde yaşanması toplu travmaların yaşanmalarına neden oldu, dünyanın birçok yerinde. İki dünya savaşından sonra ulus-devlet ve ırkçılık gibi ideolojilerin etkisiyle soykırımların, toplu katliamların ve sistematik işkencelerin yapıldığı bir yüzyıldan geçtik, geçiyoruz. Kapatılmaya çalışılan bazı acıların şifası da şiddet failleri tarafından dilenen özürler ve iade edilen onurlar oluyor çoğu zaman. Fakat aynı acıların bir daha yaşanmaması ve yaşanılanların unutulmaması için yapılan çalışmalar ancak geçmişi telafi etmeye çalışıyor. Travmaların iyileştirilmemesi, toplumsal olarak beraber yaşamaya devam etmenin mümkünsüzlüğünü geçerli kılıyor keza. Ricoeur’un yukarıda belirttiği bu travmaların yasının tutulması, kaybedilen nesneye, kişiye, yere duyulan bağlılık duygusunun gideceği iki yol var. Ya travmaların yarattığı yasları “hakkıyla” anmak ve yaşamak ve onları mutlu bir anıya/hafızaya dönüştürmek ya da kaybedilene duyulan bağlılıkla melankolik bir travma hafızası ile yola devam etmek.
Güney Afrika’da 1994’te yapılan barış sözleşmesinden sonra Apartheid rejimini sonlandırılmış ve yönetim siyahların eline geçmiş. Irkçılık ve nefret suçları anayasal olarak ciddi cezalara tabi tutulmuş. Siyahlar, melezler ve beyazlar arasındaki kültürel-sosyal eşitsizliklerin ortadan kaldırıldığı duyurulmuş. Fakat yaşanan felaketlerin ve geçmişin telafisi için bir yandan ciddi bir çaba içine de girilmesi gerekmiş. Gezdiğim sokakların her karışında yapılan zulmün ve insanlık dışı uygulamaların hafızası o kadar canlı ki şehrin her bir yanı kendi başına koca bir hafıza mekânı adeta. Geçmişi saklamanın, ders çıkarmanın ve “Bir daha asla!” hatırlatmasının koca bir hafıza mekânı.
Güney Afrika’nın şu anda üç başkenti var. Yasama, yürütme ve idari başkenti. Ülkenin en güneyinde ve uçta bulunan yasama başkenti olan, Hollandalıların ilk istila etmeye başladığı Cape Town’da bir bölge District Six. 1966’da çıkarılan bir kanun ile “6. belediye bölgesi” (District Six) olarak bilinen bölgenin tamamen yıkılmış hikayesi. 11 Şubat 1966’da Apartheid rejimi tarafından 60.000 insan, yoğunluğu melez olan bu bölgeyi tamamen boşaltmak zorunda kalmış ve rejim, bu insanları şehrin dışındaki “townships” olarak adlandırılan kulübelere göndermiş. Evlerini buldozerlerle yıkıp en ufak bir hatıra dahi bırakmamaya çalışmış. Hâlâ müzenin de içinde bulunduğu bu bölge şehir merkezinde olmasına rağmen yerleşim yeri olarak pek kullanılmıyor. Birçok arazi boş bırakılmış durumda. Boş bırakılan sokaklarda hikâyelerine kavuşmayı arıyor District Six’in insanları.
Geçmiş bazen hiç kapanmayan bir yara olur. Kabuk kurusa da derisini atmaz, kalır üstünüzde öyle. District Six’in kabuğunun dermanı olarak “hafıza” görülmüş bu müzede. Müzenin içerisine girerken mahallenin eski yerleşim planı karşılıyor sizi. Ayaklarınızın altında başınızı eğerek az önce kek pasta yediğiniz sokakların eski halini tanımaya çalışıyorsunuz. Kafanızı kaldırınca o sokakların eski tabelalarının asılı olduğu uzunca bir direk karşılıyor sizi. Hemen solunuzda kaçarken yanlarına alabildikleri eşyalar ya da unutulan birkaç kırık bardak. Eski bazı resimler, bir iki eski bavul, tabaklar… Oradan zorla sürgün edilişin ardında bırakılan o yarım yamalak eşyalar gibi sanki insanların hayatı, yarım yamalak-eksik-özlem dolu.
Fakat bildiğimiz gibi bir müze değil District Six. İlk başlarda sadece müzenin var olduğunu düşünüyorsunuz. Fakat hemen alt sokağında müzenin üç katı büyüklüğünde bir Homecoming Center binası karşılıyor sizi. Burası benim de şu an çalıştığım asıl bina. Ve bu kadar yıkımın üstüne burası tam bir “hafıza şifahanesi”. O yıkıntıların ardında kalan eşyaları görüp hikâyeyi öğrendikten sonra iş burada bitmiyor diskurunu pratikleştirmenin o şahane hali. Burası dediğim gibi bir “şifahane”. Geçmişi iyi eden bir cadı kadın gibi. Müzenin neredeyse tüm çalışanlarının kadın olması bile bu fikri getiriyor insanın aklına.
Derimizin Rengi?
Müzenin eğitim, sanat, belgeleme gibi departmanları var. Eğitim bölümünün her hafta düzenli ziyaretçileri oluyor. İlkokul öğrencilerinden üniversitelilere kadar, sıradan insanlardan her renkten insana kadar ortak katılımcıları olan atölyeler yapılıyor. Eğitim departmanı sorumlusu Mandy, Apartheid dönemi politikalarını ve District Six’in başına gelenleri anlatıyor gelenlere. Ve slayt ekranında o harika soru beliriyor: The colour of our skin? (Derimizin rengi?)
Atölyelere her ırktan ve renkten insan beraber katılıyor. Toplu halde yaşayan bir komünitenin hayatlarının nasıl bir gecede darmadağın edildiğini anlatıyor Mandy. Ve sonra çocukları üçerli beşerli gruplara bölüyor. Ellerinizi sıkıca karışık bir şekilde birbirine bağlayın diyor ve sonra ellerini bırakmadan çözülmeye çalışmalarını istiyor. Başlarda zorlanıyorlar, kimisi pes edecek oluyor ama onun elini tutan, bırakmıyor elini. Sonra açılıyorlar. Mandy en sonunda sözü alıyor, “Birbirinize tutunursanız karışırsınız da çözülürsünüz de çünkü siz berabersiniz ve her iki durumda da bunu yaparken renginizin bir önemi olmaz.”
Bu atölyelerin en etkili yönü dramatik yöntemlerin hafızayı diri tutmak için kullanılan metotlar arasında olması. Mandy ve eğitim bölümü çalışanları her defasında farklı yöntemlerle öğrencilere nefretin yok ediciliği ve herkesin insan olarak saygıyı hak ettiği gerçekliğini anlatmaya çalışıyorlar. Burada yapılan slayt gösterisi ve anlatılardan sonra müzenin “asıl” sahipleri devreye giriyor. District Six bölgesinde 1966 yılında evleri yıkılan ve zorla sürgün edilen insanlar… Çocuklar gruplara ayrıldıktan sonra her biri bir hafıza taşıyıcısı olan hikâye anlatıcılarıyla beraber dışarıya çıkıyor ve hemen müzenin arkasındaki Distrcit Six bölgesini dolaşmaya başlıyorsunuz. Ben de bir gruba dâhil oluyorum. Hikâye anlatıcımız Muhammed Benjamin ile beraber Distrcit Six’in sokaklarında yürümeye başlıyoruz.
Muhammed 60’lı yaşlarda melez bir Müslüman. Geleneksel kıyafetleri ile dolaşıyor sürekli ve hep gülümsüyor… Geçtiğimiz sokakları anlatırken Apartheid evlerini yıkmadan önce çok mutlu bir yaşamları olduğunu söylüyor. Arkadaşlarıyla top oynadıkları sokağı, sevdiği kadınla buluştukları pastanenin olduğu noktayı gösteriyor bize. Farklı farklı ülkelerden, milletlerden insanların eskiden burada beraber yaşadığını ve hiçbir sorun yaşamadıklarını anlatıyor. Ta ki Apartheid gelip evlerini yıkana kadar. Her caddede her sokak başında durduruyor bizi neredeyse, daha önce bu sokaklarda kimler vardı, neler yapıyorlardı, hepsini büyük bir tebessüm içerisinde anlatıyor. O anda Muhammed’in bu kadar felaketin ardından nasıl bu kadar gülümseyebildiğini düşünüyorum. Kesinlikle District Six Müzesinin muazzam çalışması sayesinde olduğu cevabını alıyorum. Neredeyse her gün müzenin Homecoming Centre’ına gelip burada eski hikâyelerini hem başkalarına hem kendilerine anlatıyorlar. Mutlu bir yasları var artık. Travmaya dönüşmemiş, onurları iade edilmiş, özür dilenmiş ve artık tek dertleri yaşatılanların bir daha yaşatılmaması ve hatıralarının saklı kalması. Müze sayesinde o insanların birçoğu artık evleri haline gelmiş müzede eski yaşamlarını bir kez daha buluyorlar. Ve en önemlisi, hikâyelerini özgürce herkese anlatabiliyorlar. Bütün bu turdan sonra, son olarak müzeye gidiyoruz dolaşmak için. Müzenin içerisinde District Six’e ait ne varsa ne kalmışsa koyulmuş durumda. Mahallenin eski krokisi, sokak tabelaları, insanların kişisel eşyaları. Muhammed bir banka doğru çağırıyor bizleri ve bir Afrikan öğrenci ile beyaz öğrenciyi bankın iki ayrı ucuna oturtuyor. “Düşünebiliyor musunuz böyle oturmak zorundaydık, arada mesafe olmak zorundaydı, şimdi böyle bakınca ne saçma değil mi?” diye soruyor.
Müzedeki en ufak şeyin dahi tek tek hikâyesini anlatıyor bizlere. Sonra tekrardan ilk başladığımız yere, atölyelerin yapıldığı merkeze gidiyoruz. Mandy bekliyor bizi orada yine. Yürüyüşün nasıl geçtiğini ve müzeyle ilgili ne düşündüklerini soruyor. Bunun üzerine sohbet edilmeye başlanıyor. Mandy’ye atölye sonrası siyahlar ve beyazların aynı ortamda atölyeye katılmalarının zorluklarının olup olmadığını soruyorum? Elbette ki var diyor. “Ailesinin üyelerini kaybeden bazı melezler, siyah çocuklar öfkeleniyorlar, kızıyorlar bu duruma. Beyazların ise bazıları kabul ediyor olanları bazıları kendilerini haklı çıkarabilecek argümanlar sunuyor. Genelde de “Bazı kötü adamların bunu yaptığını, bütün beyazların aynı olmadığını” söylüyorlar. Onlara, buna katılmakla beraber, Nazi soykırım süreçlerini hatırlatıyorum, diyor. Soykırım mahkemelerinde yargılanan insanların “Emirleri yerine getirdik” cümlelerini. Fakat başka bir yol yok muydu? Buna itiraz edemezler miydi? Mesele sadece emirleri yerine getirmek miydi? Aslında buradaki amacımız geçmişteki hataları göstermeye çalışmak ve nefretin ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmaya çalışmak. Birçoğu buna ikna olmuş durumda zaten. Olmayanlarsa soru işaretleri ile gidiyorlar evlerine en azından.
Müzenin en etkileyici yanı bütün bu interaktif hafıza metotları. Sadece görüp, dinleyip gitmiyorsunuz burada. Öğreniyorsunuz, nefretin olduğu bir dünyanın bütün kötü hallerini öğreniyorsunuz.
Müzede her hafta yapılan bir diğer çalışma ise sanat bölümünden Tina’nın harika resim atölyesi. Bildiğimiz anlamda bir resim atölyesi değil bu ama. District Six’ten zorla göçertilen kadınların bir araya gelerek çeşitli resim teknikleriyle mahallelerini hatırlamak için yaptıkları bir picture design (resim dizaynı). Tina, District Six bölgesinin eski fotoğraflarını (birçoğu siyah-beyaz olan) keserek büyük parçalara ayırıyor. Kadınlar önlerine aldıkları beyaz kartonun üzerine resimlerin parçalarını yapıştırıyorlar ve geri kalanlarını Tina’nın gösterdiği resim teknikleriyle boyayarak, yapıştırarak fotoğrafların geri kalanını tamamlamaya çalışıyorlar. Mahallelerinde ne vardı? Hangi sokağın yanında hangi ev vardı? Evleri neredeydi? Alışveriş yaptıkları marketler neredeydi? Hepsini bir yandan hatırlamaya çalışıyor bir yandan yıkılan evlerini zihinlerinde yeniden inşa ediyorlar. Sonrasındaki mutlulukları ise paha biçilemez. Yaptıkları resimler müzenin sergi bölümünde sergilenmek üzere saklanıyor.
Müze sadece bir ziyaret alanı değil. Centre anlattığım gibi hareketli, aktif bir merkez. Geçen hafta yine Distric Six’in sakinleri ile beraber gay bir arkadaşlarının nasıl ünlü bir pop star olduğunu anlatan bir belgesel izledik hep beraber. Belgesel aynı zamanda kendi mahallelerindeki eski fotoğrafları, görüntüleri de içeriyor. Bunları gördükçe birbirini dürtüp gülmeler, havada uçuşan kahkahalar birbirine karışıyor. Belgeselde kendini görenler, arkadaşlarını görenler çok mutlu oluyorlar… Onlar güldükçe hep müzenin duvarında asılı olan kocaman bir pankartın üzerinde yer alan şu sözler geliyor aklıma: “No matter where we are, we are here.” (Nerede olduğumuz önemli değil, buradayız).
O anda hafızanın iyileşmesi üzerine tekrardan düşünmeye başladım. Bizim topraklarımızda devam eden ve hâlâ mutlu bir anıya dönüşmeyen yasların büyük travması mevcut. Burada hâlâ birçok eşitsiz koşul devam etse de insan olmaktan kaynaklı teslim edilen hakları ve kendi geçmişlerini, yaslarını, anılarını kolektif bir şekilde yaşamanın verdiği bir “mutlu hafıza” hâkim. Türkiye ve Kürdistan’ı düşünmeden edemiyor insan. Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin ve sayısız onlarca insanın hafızasında devam eden bir devlet şiddeti devam ediyor. Ve bunların çözümü için her bir alanı hafıza mekânına dönüşen şiddet ve nefret topraklarını yeniden “iyileştirebilmek” önce kaybedilenlerin ardından yasların tutulmasına, insanların kaybettirilmeye çalışılan onurlarının iade edilmesine ve şu anda devam eden yok sayma, öldürme, insan haklarını askıya alma politikalarından vazgeçilmesinin yolundan geçiyor sanırım.
Dipnotlar:
[1] Paul Ricoeur’un “Hafıza, Tarih, Unutuş” isimli kitabının ilk sayfasından alınmıştır. Ricoeur, Paul. 2011. Hafıza, Tarih, Unutuş. çev. M.Emin.Özcan. İstanbul: Metis Yayınları.
[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/01/12/baris-unlu-kurtler-irkci-olamaz-cunku-irkcilik-bir-sistemdir/
[3] https://www.academia.edu/10454507/Apartheid Erişim Tarihi: 30.08.2018
[4] http://t24.com.tr/haber/guney-afrikada-neler-olmustu-1,219930 Erişim Tarihi: 01.09.2018
[5] . Ricoeur, Paul. 2011. sy.23. “Hafıza, Tarih, Unutuş”. Çev. M.Emin.Özcan. İstanbul: Metis Yayınları.
[6] http://dergipark.gov.tr/download/article-file/208540 Erişim Tarihi: 01.09.2018