Kaldığım yerin etrafı elektrikli tellerle kaplı, her köşede alarm sistemleri kurulu. Tüm iç ve dış kapılar demirden ve bu kapılar sürekli kilitli tutuluyor. İçeri girmek de dışarı çıkmak da zor. Fakat geleneksel anlamıyla hapishaneden farklı olarak, bu teller içeridekini içeride tutmak için değil, dışarıdakinin dışarıda kalacağından emin olmak için örülmüş. Gelin görün ki elinizdeki anahtar kapıyı içeriden açıp dışarı çıkabilmeniz için de yeterli değil. Demek istediğimi biraz açmaya çalışacak, bu yazıda Güney Afrika’nın en büyük kentlerinden biri olan Johannesburg’da eski bir hapishaneyi ve ırkçılığa karşı verilen mücadeleyi anlatırken, öte yandan ekonomik eşitsizlikler etrafında yalıtılmış şehrin mekânlarının nasıl bir nevi hapishaneye dönüştüğünü göstermeye çalışacağım.
Pasaportumu evde bırakıp yanıma yalnızca yeteri kadar para alıyor ve uyarıları göz ardı edip belki “turist cesaretiyle” gideceğim yolun birazını toplu taşımayla birazını yürüyerek kat ediyorum. Böylece çalıştığım yere, Constitution Hill’e ulaşıyorum. Constitution Hill, yaşayan müze olarak tabir edilen ve gözlemlediğim kadarıyla içinde bu tanımı hak edecek çalışmalar yürütülen bir kompleks. Geçmişte askeri kale ve hapishane olarak kullanılan bu binalarda Winnie Madikizela-Mandela, Fatima Meer, General Christian de Wet, Nelson Mandela, Mahatma Gandhi, Joe Slovo, Albertina Sisulu gibi tanınan isimler de tutuklu bulunmuş. Bugün müzeye dönüştürülen kısımlarında yapılan anlatımlar ve kurulan sergiler, yüz yıldan uzun süre boyunca farklı ırk, mezhep, yaş, politik görüş ve sınıftan binlerce insanın hapsedildiği cezaevlerinde yaşananları gözler önüne seriliyor. Hafıza mekânındaki dört cezaevinde özellikle politik mahkûmların maruz kaldığı işkenceler, insan onurunu ayaklar altına alan uygulamalar, fiziksel şiddetin yanı sıra uygulanan sembolik ve psikolojik şiddet tüm çıplaklığıyla karşınıza çıkıyor.
Constitution Hill, bir müze olmakla sinirli kalmıyor, aynı zamanda 1995 yılından beri Anayasa Mahkemesi’ne ev sahipliği yapıyor. Hafıza mekânındaki tur, mahkeme salonunda sonlanıyor. Böylece, 300 yıldan uzun süren sömürgecilik geçmişinden ve ırk ayrımına dayalı Apartheid rejiminden geçen Güney Afrika’nın demokrasi yolculuğunun hikâyesi, “ilham verici” bir sonla bitiyor. Müzeyi gezerken ürpererek, üzülerek, öfkelenerek, isyan ederek dinlediğiniz hikâyeler, gezdiğiniz sergiler, gördüğünüz hücreler; girdiğiniz mahkeme salonunda bitiyor. Son olarak, Mandela’nın ve Güney Afrika halkının zaferini, ırkçılığın çöküşünü, eşitlik ve özgürlük temelli demokrasinin zaferini dinliyorsunuz
Ama bu madalyonun bir yüzü.Eşitlik ve özgürlük temelli post-Apartheid dönemi Güney Afrika demokrasisi mitinin üretiminde malum müzeler de önemli rol oynuyor, bugünün ekonomik temelli eşitsizlikleri görünmez kılınıyor. Fakat başınızı bu izole mekanlardan dışarı çıkardığınız an bu imaj tuz buz oluyor.
Turistik Umut
Hikâye anlatıcılığında anlatım yaptığınız insanların hislerini ve düşüncelerini göz önünde tutmanız, mümkünse etkileşimle gün yüzüne çıkarmanız önemlidir. Zaman zaman karşınızdakiler düşer, bazen dinleyenlerin profiline göre farklı yöntemlerle onlara ulaşabilmek, dokunabilmek, istediğiniz etkiyi yaratabilmek için bile isteye düşürürsünüz hatta. Ama nasıl bitirdiğiniz, oradan nasıl çıkardığınız çok daha mühimdir. Biz de, Karakutu Derneği’nde ve Cins Adımlar’da düzenlediğimiz toplumsal hafıza yürüyüşlerindeki anlatımlarımızda bunu gözetiyoruz. Zorlu konular üzerine çalışıyoruz: katliamlar, zorla kaybetmeler, işkenceler, soykırımlar, yerinden edilmeler, zorunlu göçler anlatıyoruz. Çalışması da anlatması da dinlemesi de ağır yaşanmışlıklar seçiyoruz geçmişten, tarihin dışına düşmüş ya da egemenin dilinden yazılırken eğilip bükülmüş yaşantıları acıları ve mücadeleleri didikliyoruz. Ama anlatımlarımızın sonunda gözettiğimiz kilit nokta, dinleyeni o histe bırakmamak. Aksine, o hissi kanalize edebileceği bir mücadele alanının var olduğunu ya da yaratmanın mümkün olduğunu göstermeye çabalıyoruz. İngilizce’de duygu anlamına gelen emotion sözcüğünün, hareket anlamına gelen motion sözcüğünü içinde barındırması gibi; hissi eylemin tetikleyicisine dönüştürebilmek, eylem için de araçlar sunabilmek, bu bağlamda bir hikâye anlatımı için hayati değer taşıyor. Bir yandan o his tek başına ağır gelebiliyor ve travmatik etki yaratabiliyor. Adalete ulaşamamak ya da adalete ulaşma yolunda aktif bir özne olarak mücadele edememek insanların o travmatik anda kalmasına yol açabiliyor. Öte yandan, insanları mücadeleye teşvik edebilmek adına etkili bir yol.
Constitution Hill, mekânın utanç ve acı verici geçmişinin sergilenmesinin ötesine geçerek bugün içinde sürdürülmekte olan insan hakları çalışmaları ve bir Anayasa Mahkemesi içermesi bakımından “umut mekânı” olarak tabir edilen etkileyici bir hafıza mekânı. Fakat anlatımı umutla ve mücadeleye teşvik ederek bitirmenin önemi, burada dinleyicilerin profili, çoğunluğu başka ülkelerden gelen turistler, dolayısıyla başka bir resme dönüşüyor. Çünkü karşınızdaki insanların profili, sizin anlatımınızı da umudun nereye denk düştüğünü de etkiliyor.
Geçmişin ağırlığını omzunuza yükleyerek ilerleyip mahkeme salonuna geçiyor; son olarak Güney Afrika demokrasisinin kuruluşunu, Apartheid’in son buluşunu, artık eşitlik ve özgürlük temelli demokrasinin Güney Afrika’da egemen olduğunu dinliyor, mutlu sonla huzur içinde müzeden ayrılıyorsunuz. Hafıza mekânındaki hapishaneleri gezerken hissettiğiniz yoğun ve ağır hisleri göğsünüzde taşımak zorunda kalmıyor, acının tamamen geçmişte kaldığına ikna olarak rahat bir nefes alıyorsunuz. Bu rehberli turların katılımcılarının tamamına yakını Güney Afrika dışından gelen turistlerden oluşuyor. Sonra bu turun bitiminde bu turistler kırmızı “hop-on hop-off” gezi otobüslerine binerek bir sonraki durağa doğru yol alıyorlar, duyduklarından ve gördüklerinden memnun halde. Tur rehberi “elbette daha yapılacak çok şey var” diye şerh düştüyse de, artık fetiş sözcüklerimiz olan demokrasi, eşitlik ve özgürlük ülkeye egemen olmuş. Buradan da Güney Afrika’ya dair yaratışmış olan mit güçlendirilmiş oluyor: 1994’te Apartheid’in yıkılıp demokrasinin kuruluşu ve büyük lider Mandela’nın başa gelişiyle gökten üç elma düşmüş, herkes artık eşit olmuş…
Oysa bugün…
Kırmızı şehir turu otobüsleriyle belirli rotadan şaşmayarak kentin turistik yerlerini gezmeye devam edecek, rehberlerin onlara anlattıklarıyla Güney Afrika’ya hayranlıkla ayrılacaklar belki ülkeden. Irkçılığın bitip eşitliğin ve demokrasinin hüküm sürdüğü, Mandela’nın şaheseri topraklardan… Oysa kimisi, şu bulundukları binadan çıkıp etrafta bir tur atamayacaklarını belki de bilmiyor.
Günümüz Güney Afrika’sında sömürgecilik ve Apartheid geçmişinin mirası çok ağır hissediliyor. Yasal olarak ırka dayalı ayrımcılık son bulmuş, yürütülen kimlik politikalarıyla ten rengine göre ayrıma karşı geçmişe kıyasla azımsanamayacak derecede başarılı adımlar atılmış durumda. Fakat gelir eşitsizliği ve sınıf farkları, ayrımcılığı ekonomik boyutta sürüyor. Güney Afrika, Gini endeksine göre 0,77 ile gelir eşitsizliği sıralamasında dünyada zirvede duruyor (1). IMF raporlarına göre 2017’de ülkede işsizlik yüzde 26, yaşa göre baktığımızda ise genç işsizlik oranı yüzde 60’ı buluyor. Ülkede açlık sınırında, yoksulluk sınırının altında yaşayan çok büyük bir kitle var. İşsizlik, yoksulluk, suç oranının yüksekliği, yolsuzluk, salgın hastalıklar bugün ülkenin zorlayıcı sorunları. Güney Afrika dünyada suç oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Hırsızlık, gasp, cinayet, tecavüz en yaygın suçlar arasında.
Bu ekonomik ve sosyal göstergelerle birlikte, kimlik temelli politikalarla ilerleyen eşitlik şiarını tekrar gözden geçirmek şart. Apartheid’in mirasıyla birlikte düşünülünce, bugün siyah ve beyaz halk arasında ekonomik eşitsizliğin “eşit” dağılmadığını da görmek güç değil. Sınıf sertçe katmanlaşırken, ten rengine dayalı eşitsizlikler de iddia edildiği gibi gündem dışına düşmüyor. Sınıf, tarihsel olarak marjinalize edilmiş grupla, siyahlarla ilişkili olarak yeniden üretiliyor. Siyahlar politik haklarına kavuşurken, ekonomik olarak yoksulluk içinde kalmaya devam etti. Apartheid yasasıyla Güney Afrika’nın nüfusunun yüzde 80’i siyahlardan oluşurken, topraklarının yüzde 93’ü beyazlara aitti. Siyahlar vasıfsız işçi olarak madenler ve çiftliklerde çalışıyordu. Apartheid’in kaldırılmasıyla mucizevi bir şekilde siyahların emek piyasasına girişi ve eşitsizliğin bile eşit paylaşımı söz konusu olmadı. Irk temelinden sınıf temelinde bir eşitsizliğe doğru ilerlendi. İş olanakları yaratmak, sosyal dengesizlikleri gidermek, ekonomik olarak da siyahların güçlendirilmesi ANC iktidarının hedefleri arasında öne çıkıyordu. 1990’larda hükümet politikalarıyla siyah bir orta sınıf yaratmaya yönelik adımlar atılması planlanmış, bazı girişimlerde bulunulmuşsa da sonuçta birkaç büyük siyah sermaye sahibi ortaya çıkarıldı.