Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
Lara Özlen / beraberce Değişim 2018 Gönüllüsü
İlk birkaç günün sersemliğini üzerimden attıktan sonra, yaşamaya başladığım mahallede epey yürüme, etrafı görme fırsatım oldu. Kiremit rengi binalar nizami, eski ve çok güzel. Belki de o yüzden buranın bir illüzyon olup olmadığı kuşkusuyla yaşıyorum hala. Reklamlarda, filmlerde binlerce kez gördüğüm bu estetiğin gerçekliğinden şüphe ediyorum. Garip bir gerçeklik kırılması hissi.
Binaları sarmalayan yangın merdivenleri, yürü yürü bitmeyen parkı güzel güzel olmasına da, her köşede üçüncü dalga bir mekân, mat ve koyu yeşil bir duvar var. Şehrin hızla ve radikal bir biçimde değişimine aşina olan bir göz için bunun tek bir anlamı var: Soylulaştırma deliliği. Bu açıdan Taksim civarında vakit geçiren ve Osmanbey’de yaşayan birinin kendini buraya yabancı hissetmesi için hiçbir sebep göremiyorum.
International Coalition of Sites of Conscience’ta (Vicdan Siteleri Uluslararası Koalisyonu) çalışmaya başlayalı 2 hafta oldu, burada video kurgusu ve çeşitli metinlerin düzenlenmesi işlerini yapıyorum. Koalisyon çok büyük bir ağ ve aslında çok fazla şey yapıyorlar. Güney Amerika’da çalışan bir grup insan var, bir grup Avrupa’da, dolayısıyla günün büyük bir kısmı Skype toplantılarıyla geçiyor. Burada olduğum süreç boyunca “Neler yapabiliriz?” diye düşünürken, LGBTİ+ hafıza mekânlarından ve LGBTI+ dostu mekânların komünite için görece daha güvenli alanlar olduğundan bahsettik. Aslında örgütlenme ve bir araya gelme pratikleri açısından LGBTİ+ dostu mekânlar önemli bir yer tutuyor, özellikle İstanbul’da. Burada da bunun kaçınılmaz bir gerçeklik olduğu aşikar- sadece kazanılmış haklar bağlamında biraz daha değişik. Türkiye’de LGBTİ+ tarihine dair kişilerin anlatıları ve akademik araştırmaların metinleri dışında, özellikle hareketin tarihine odaklanan az sayıda yazılı kaynak, eser mevcut. O yüzden aslında LGBTİ+ tarihinin kişilerin anlatılarıyla şekillendiğinden ve bunların kaydedilmesinin, saklanmasının ne kadar önemli olduğundan bahsettim. Belki bu eksende bir webinar yapabileceğimizi konuştuk.
Geldiğimden beri üzerine düşündüğüm konu tabii ki LGBTİ+ hafıza mekânları diye bir şeyin olup olmadığı ve böyle görece daha güvenli alanlar yaratan mekânların kolektif hafızaya olası etkileri. Hala işlemeye devam eden ve 70’lerden, 80’lerden beri var olan bazı kafeler, barlar hariç LGBTİ+ hafıza mekânı denebilecek çok fazla mekân yok. Aslında resmen bir hafıza mekânı olan ve özellikle LGBTİ+ bireylerin yaşadığı ayrımcılık, şiddet gibi meselelerle ilgilenen bir tane hafıza mekânı var: One Pulse Foundation. Bu hafıza mekânı Haziran 2016’da Pulse isimli gey bara düzenlenen ve 49 kişinin ölümüne yol açan silahlı saldırıdan sonra Orlando’da oluşturulmuş. O dönemin İstanbul’da da ne kadar zor ve depresif geçtiğini ama öte yandan da meselenin ne kadar büyük bir görünürlük kazandığını hatırlıyorum. Bunun dışında buradaki LGBTİ+ mekânların aslında önemli bir kısmı barlar hala.
Stonewall barı ve Christopher Street civarında hala o dönemden beri açık olan birçok mekân var. Bazıları aşağı yukarı 80’lerden beri ayakta kalabilen ve gökkuşağı tişörtleriyle insanların piyano çaldığı, müzikallerden bölümlerin söylendiği barlar; öbür kısmı bilardo masaları ve müzik kutusuyla, o filmlerde gördüğümüz eski tip LGBTİ+ dostu mekânlar. Stonewall, dışarıdan bakınca gökkuşağı şeklinde ışıklandırılmış koca bir pavyona benziyor. İçeride 70’lerde çekilmiş bir sürü fotoğraf ve çerçevenmiş gazete kupürünü görmek mümkün. Eskiden bu bölge düşük gelirli insanların, özellikle LGBTİ+’ların yaşadığı bir yermiş. Muhtemelen 2000’lerin soylulaştırma deliliği burayı da etkilemiş; şimdi en pahalı yemekler, konutlar burada. Gökkuşağı bayrağı Manhattan ve Brooklyn gibi soylulaştırılmış yerlerde bizim Türkiye’de bildiğimizden başka bir sınıfsal gerçekliğe işaret ediyor: Eğer o bayrağın asılı olduğu bir restorana gidersen, normalden birkaç kat daha fazla hesap ödemen işten bile değil. Eğlence hayatı genel olarak, gey barlar ve lezbiyen barlar olarak 2 net çizgiyle ayrıştırılmış, İstanbul’da bildiklerimizin aksine. Burada gördüğüm ya da kitaplardan burayla ilgili okuduğum tarih; bildiğim, yaşadığım coğrafyanınkinden bambaşka, o yüzden bazen yabancılaşıyorum gördüğüm, deneyimlediğim şeylere.
Ama tüm bunlardan önce, Stonewall ayaklanmasından da soylulaştırmadan da önce, aslında Greenwich Village’ın tarihini düşünmek gerekiyormuş meğer.
Social Justice Tours, genel olarak şehrin üzerine az yazılmış, unutulan tarihini görünür kılmak üzerine çalışan bir inisiyatif. Katıldığım bir hafıza turunda, hareketin alevlendiği bu bölgenin aslında neredeyse 1. Dünya Savaşı döneminden beri yazar, ressam ve sanatçıların, solcuların yaşadığı, takıldığı bir ortam olduğu anlatıldı. Uzun edebiyat ve politika konuşmalarının yapıldığı kafeler, salonlar buralarda açılmış; sufrajet harekete destek veren, etek giymeyi reddeden birçok feminist burada yaşamış. Yani aslında tarih Stonewall’da 1970’lerde yaşanan radikal ayaklanmanın burada yaşanmasından daha doğal bir şey göremiyor insan bunları öğrenince.
İlk haftanın sonunda, yaşadığım mahallede, LGBTİ+ hafıza mekânı kategorisine dahil edilebilecek, çok eski bir arşiv evine denk geldim: Lesbian Herstories Archive. Bu arşiv 1970’lerde Gay Özgürlük Hareketi’nden ayrılan bir grup kadın tarafından oluşturulmaya başlanmış. Çünkü fark etmişler ki, yazılan, daha görünür olan tarih hep gey hareketin tarihi olagelmiş. Şu an delice bir sistemle, koca bir apartmanın 2 katını kaplayacak kadar çok dokümanları var: Dolaplarca gazete kupürü, raflarca kitap… Stonewall’la ilgili bir dosyayı elime alıp karıştırdığımda, haberlerin de başlıkların da tüm tarihin de koca bir tekrarlar bütünü olduğunu fark ediyorum: Eşcinselliğin doğal olup olmadığı tartışmaları, kriminalize edilen ayaklanma…
Tenement Museum’da yeni başlamış olan Under One Roof turuna gittim. 1940, 1960 ve 1980’lerden fırlamış 3 bambaşka oda gördük toplam 2 saatte. Bir de kocaman bir dikiş atölyesi. İlk bölüm (1940’lar) Polonya’dan ve soykırımdan kaçan Epstein ailesinin salonu ve odalarından biriydi. İkinci bölüm 1960’larda Porto Riko’nun Amerika’nın bir parçası haline gelmesiyle Aşağı Manhattan’a taşınmış Saez ailesinin salonuydu. Üçüncü bölümse 1970’lerde Amerika’nın göç politikasının Çin’i de kapsayan hale gelmesiyle aynı binaya taşınmış Wong ailesine ayrılmıştı. Son kısım, aslında bahsi geçen her ailedeki en az bir kadının çalıştığı dikiş atölyesiydi. Atölye aslında oraya ait değilmiş, o binada yaşayan birçok insanın çalıştığı bir yer/sektör olduğu için binaya eklemlendirilmiş. En hoşuma giden kısım burası oldu nedense. Her ne kadar anlatım dinamik, keyifli ve bilgilendiri olsa da bu son bölümde, arşiv görüntüleri ve gerçek hayatta yakın zamanda yapılmış röportajların bir araya gelişini izlemekten daha çok keyif aldım. Çin’den gelen birçok göçmen kadın, dikiş dikmenin, orada çalışmanın kendileri için ne kadar önemli olduğundan bahsediyordu videolardan birinde. Parasızlık ve zor koşullarda ayakta kalmanın bir yolu olmanın yanı sıra kadınların evden çıkmasını sağlayan bir bahane haline de gelmiş bu atölyeler. Kendi sendikalarını kurmuşlar, büyük yürüyüşler yapmışlar. Ve onlar için en önemlisi, çocuklarını üniversiteye gönderip buranın bir parçası haline getirmişler. Çünkü malum birçok Uzakdoğu topluluğunda olduğu gibi Çin’de de kadınların gündelik hayata karışması epey zaman almış. Kadınların kendi hayatlarının, paralarının kontrolünü ele aldığı, çok net olarak görülüyor bu videolarda. Ve tabii aile içinde bunun nasıl krizler yarattığından da bahsediyorlar.
Burada anlatılan bütün hikayeler “Amerikalılaşma” ve entegre olma süreçlerinden ve bunun aslında nelere mal olduğundan bahsediyor. Hep benzer yerlerde kilitleniyor ya da kopuyor mevzular: Evde ve dışarıda kullanılan dilin farklılığı, jenerasyon farkı, oraya ait olmayı hissetmek isteyen daha genç jenerasyonlar… Aynı bina, senelerce ve bu senelerin beraberinde sürüklediği katmanlarla farklı topluluklardan göçmenlere ev olagelmiş. Bunca katman, bunca çeşitli hikaye, aklıma Tarlabaşı’nı getiriyor. Buraya gelmeden, müzeyi gezmiş başka bir arkadaşımla bunu konuştuğumuzu hatırlıyorum. “Ne güzel olurdu orada bir hafıza mekânı olsa.” demiştik. Bu ortak noktada birleştiğimizde, hepimiz aynı yerde yaşıyoruz, hayatta kalmaya, tutunmaya çalışıyoruz aslında. Beynimde hep şu soru yankılanıyor: “Kim İstanbullu ki?” Gerçekten “Kim New York’lu ki?” Gezi bittikten ve dışarı çıktıktan sonra gördüğüm her dükkan, her insan başka bir şey ifade etmeye başladı. Aslında bu mahalle hala, ne kadar değişmiş olursa olsun, Asya’dan gelen göçmenlerin açtığı onlarca marketle, Yahudi komünitenin paskalyası babkayla dolup taşıyor. Hepsi buranın karmakarışık, göçmenlikle dolu tarihini imliyor işte. Burada tarih çok katmanlı, yazılı hale gelebilmiş, kabullenilmiş birçok hak ihlaline rastlıyor insan. Yolda yürürken, yanından geçtiği binanın ünlü, Afro-Amerikalı, feminist bir yazarın yaşadığı bina olduğunu görüyor ya da parkın eskiden kimsesizlerin ve kölelerin gömüldüğü bir mezarlık olduğunu öğreniyor. Çünkü birçok şey yazılı olarak önünüze düşüyor.
Lezbiyen hikayeler arşiviyle ilgili de şöyle bir şey söylendiğini hatırlıyorum: “Geriye dönüp baktığımızda, tarihimiz yoktu, o zaman biz oluşturalım dedik.” Alternatif anlatılar geliştiremezsek hatırda kalanlar, organik hafıza taşıyıcıları göçüp gittiğinde, organik o bağlar koptuğunda, geriye çok az şey kalmış olacak.
Başta hafıza mekânlarına ulaşmak zor demiştim, aslında tüm şehri lubunyaların yaşadığı ve hala yaşamakta olduğu bir yer olarak düşündüğümde öyle değil tabii ki. Keza bunun altını çizmek için de bazı web siteleri yapılmış. Sadece bildiğimiz, geleneksel anlamda hafıza mekânları sayıca fazla değil. Yani aslında ne tarih ne de bu tarihin şekillenmesine katkıda bulunan mekânlar, kendi başlarına yekpareler. İnşaat sesinin, vincinin eksik olmadığı başka bir şehir olan New York’ta şehir LGBTİ+’lar için hafızanın yaratıldığı, saklandığı bir mekân olmayı sürdürüyor.