“Rahmetli babam, dünyada ilk köprünün nasıl kurulduğunu Şeyh Dede’den dinlemiş, bana çocukken anlatmıştı: Kadiri mutlak, dünyayı yarattığı zaman, dünyanın yüzü, nakışlı güzel bir tabak gibi dümdüz ve parlakmış. Şeytan, Allah’ın Ademoğlu’na bu bağışını kıskanmış ve henüz yeryüzü sertleşmemiş ve bir hamur gibi yumuşakken Allah’ın topraklarını uzun tırnaklarıyla kabil olduğu kadar derin tırmalamaya başlamış… Hikaye rivayet eder ki, insanlarla ülkeleri birbirinden ayıran uçurumlar, ırmaklar böylece meydana gelmiş ve Allah’ın Ademoğlu’na gıdasını sağlayacak bir bahçe gbi hediye ettiği dünyada onların bir yerden başka bir yere gitmelerini imkansız bir hale sokmuş. Allah bu mel’unun yaptığı işleri görünce, gazaba gelmiş ama, şeytanın bozduğu bu işi baştan yapamayacağından, insanlara yardım etmeleri ve her şeyi kolaylaştırmaları için meleklerini yollamış. Melekler zavallı insanların bu derinlikleri ve uçurumları aşamadıklarını, işlerini göremediklerini, bir kıyıdan öbür kıyıya seslenerek boşuna vakit kaybettiklerini görünce, bu yerlerin üstüne kanatlarını germişler, insanlar da bir yandan öbür yana kolayca geçebilmişler. Ademoğlu da köprünün nasıl yapıldığını işte bu meleklerden öğrenmiş. Onun için köprü yaptırmak çeşme yaptırmaktan sonra en büyük sevaptır. Her köprünün ne biçim olursa olsun, ister bir selin üstüne uzatılan bir ağaç kütüğü, ister Mehmet Paşa’nın güzel eseri gibi olsun, başında daima bir melek bekler. Ve Cenabı Hak ona ne kadar ömür verdiyse o kadar dayanır.”
(İvo Andriç-Drina Köprüsü)
Hayat, doğa, inançlar ve bazen simgeler, artık nasıl adlandırırsanız adlandırın, her zaman iyileşmek için imkanlar sunar. O kadar büyük tesadüflerle örülüdür ki yaşam, hiçbir kurgu hiçbir üretim bunun yerini tutamaz. Bu coğrafyada çok fazla sayıda köprü var. Su; besler gibi, temizler gibi, akıp götürür gibi her toprağı okşayıp geçiyor. Ve asla bir şok yaratmayacak kadar ölümle iç içe mezarlıklar, her tarafta.
Her iyileşme, senin iyileşmek istediğin anda başlar. Hangi açıdan baktığına bağlı tüm bu gördüklerine. Ulaşım yollarını açıp, bakirliğine gelmiş olmaları olarak da yorabilirsin köprüleri, iki farklılığın arasında kurulan köprüler olarak da… O suyu, kan akıyor olarak da görebilirsin, beni temizleyecek bir nehir gibi de… Ve mezarlıkları altında yatanlardan soyut düşünemeyebilirsin de, hayatın ölümle tokalaştığını ve hepimizin öleceği fikri üzerinden de…
“-Vera? Adın bu değil mi? Annen öyle çağırmıştı.
-Evet.
-Ailen için üzgünüm.
-Savaş bu. Çok güzelmiş (boynundaki hacı göstererek). Adın guy mı?
-Gerçek adım değil. Joshua. Joshua Rose.
-İsmini mi değiştirdin? Niye?
-Mecburdum. Joshua kötü şeyler yaptı.
-Sen iyi bir insansın.”
(Saviour)
War Childhood Museum aynı zamanda bir “iyileşme mekanı” da! Fikrinden oluşumuna, işleyişinden amacına kadar… Tüm nesneler, saklanmasından toplanmasına, sunumundan seyrine kadar iyileşmenin de birer aracı yani. En içeriden bir şey bu! Anlatılabilen, anlatılamayan, anlatılmayan her şeyin de birer simgesi. Tüm hayat boyunca yanından ayırmadığın nesnelerin unutmadaki ve hatırlamadaki yeri bir veri. Ancak bunların bir arada olması ve o kişiden çıkıp seyre sunulması da çok güçlü bir veri. Senden çıkacağı zamanın gelmesi, iyileşme sürecindeki çok güçlü bir adım. Yanından ayırabilmek ve o ayırdığın yerin özel bir yer olarak tercih edilmesi, hafızayı da iyileşmeyi de kolektif hale getiriyor bir yandan. Buna izin veriyorsun çünkü artık. Belki dokunmaya kıyamazken, bir amaç uğruna, çoğu barış uğruna, insanların gözlerinin ve yaşlarının değmesine izin veriyorsun.
Bu çok içeriyle alakalı bir durum. Çok bireysel ama toplumsal hale getirilebilecek bir konu.
Aynı zamanda belli aşamaları da var. 25 yılın tek işe yaradığı nokta bu olsa gerek! Kabullenme ve çözümleme aşamaları iyileşmenin en önemli basamakları. Kabullendikten sonra çözümleme ve adlandırmalar başlar. “War childhood” terimi, “savaş çocukluğu” terimi yani, başlı başına bir adlandırma. (Ne kadar kullanıldığı)… Türkiye’deki çocuk çalışmalarında, çatışma dönemlerindeki çocuklara dair bir adlandırma sıkıntısı malum. “Taş atan çocuklar”, “savaşın üçüncü kuşağı çocuklar”, “savaş çocukları” birçok kesimi barındırıyor ve tam olarak karşılamamakla birlikte çok şey de çağrıştırıyor. İç içe geçen çok fazla kesim olmakla birlikte, adlandıramamanın kabullenmemekle de çok alakası var. Bu sadece çocuklar üzerinden bir tespit. Yaşadığımız veya yaşatılan şeyin isminin bile savaş mı, çatışma mı, düşük yoğunluklu savaş mı olduğuna dair bile tartışmalar süregidiyor. Hal böyle olunca da, kabullenemediğimiz ile kalmanın yanı sıra adlandırma ve anlamlandırmada da sorunlar yaşıyoruz.