Amsterdam’daki hafıza mekânı Castrum Peregrini için yola çıkarken, Diyarbakır havaalanında Sakine ablayı, uzaktan bir akrabam, gördüm. Bir arkadaşını uğurlamak üzere orada olduğunu belirtti. Hal hatır faslından sonra, havaalanına girişte az daha tutuklanacaklarını kahkaha atarak söyledi. Ne olduğunu daha sormadan, cebindeki naylonu çıkarıp açtı ve “Bunun yüzünden!” dedi. Naylon içindeki şey “zuzax” idi. Zuzax, Diyarbakır Kulp ilçesinden olanların aşina olduğu bir çeşit bitkidir. Dağların belli bölgelerinde, belli bir mevsimde kısa bir süreliğine çıkar. İncecik olan bu bitkiyi başka otlardan ayırmak zor olduğundan zuzaxı herkes tanımaz. İşin ehli olanlar toplar. Topladıktan sonra evde kurutmaya bırakılır ve sonra iyice öğütülür, toz haline getirilir. Öğütüldükten sonra içine biraz tuz atılır, zuzax bu süre zarfında yeşil bir renk alır ve sonra yenir. Elle arama yapılırken naylona denk gelen görevli, açmasını istemiş ve açınca da rengi ve toz halinden yola çıkarak “eroin” demişler. Onları ikna edemeyince zuzaxı yemeye başlamış, görevlilere uzatmış koklamaları için ama nafile. Sonra yanındakilere de yedirmiş, ‘Bakın bir bitkidir, Kulp taraflarında yetişiyor’ dese de ikna etmek yarım saatini almış.
Zuzaxı, sıcak ekmeği banarak yemek adettendir. Onun dışında başka yiyeceklerin üzerine de serpiştirilerek yenilebiliyor. Kokusu keskin olan zuzaxın tadını tarif etmek zordur. Ağızda son derece kalıcı bir etkisi var. Bir kez yedikten sonra unutmak da biraz zor! Zuzaxı görünce heyecanlandım çünkü tadı hâlâ hafızamda canlı olan bu bitkiyi en son ne zaman yediğimi hatırlamıyorum. Tadını tarif edemediğim bu bitkinin, bir tat olarak hafızada sürekli kalması onun gücünden midir, bilmiyorum. Çünkü hiçbir bitki ile hafıza üzerinden bir bağ geliştirdiğimi, adı geçince hemen tadının beynime hücum ettiğini hatırlamıyorum, zuzax dışında! “Proust’un çöreği” kadar etkili midir bilinmez ama geçmiş ile bağ kurmada değerli bir bitkidir benim için. Proust, geçmişin izlerini bazı cansız maddelerde bulabileceğimize inanıyordu. Annesi tarafından ona verilen medlen çöreklerini çaya batırıp yemesi ile çocukluğunu hatırlar ve bu hatırlama ile başlayan süreç 7 ciltlik dev eser “Kayıp Zamanın İzinde” olarak hayat bulur.
Tabii, Amsterdam’a varıp, bu hafıza mekânına gittiğimde, bir hafıza olarak kokunun, renklerin, dokunuşun gerçekliği ve bu gerçekliğin evrenselliğini Gisele’nin şahsında (Gisele van Waterschoot van der Gracht) iliklerime kadar tekrar hissedecektim.
Fakat önce birkaç kelimeyle Amsterdam’dan bahsetmek iyi olacak.
İtalyan romancı İtalo Calvino, ünlü eseri Görünmez Kentler’de labirent örneğinden yola çıkarak, doğru yolu bulmak için kaybolmak gerektiğini söyler. Çünkü labirent, içine giren kaybolsun ve dolaşsın diye yapılır. Calvino, küçük bir uyarıda da bulunur: “Ama labirent, o aynı kişiye, yeni bir plan çizmesi ve labirentin gücünü yok etmesi için bir başkaldırıyı da düşündürür. Bunu başardığı takdirde insan labirenti yıkacaktır; onu boydan boya geçen biri için labirent yoktur.”
Hem evrensel bir köy hem de uluslararası küçük bir şehir olan ve kayboldukça doğru yolun bulunduğu Amsterdam’ın içine yol aldıkça gerçek bir labirente girmiş gibi hissedersiniz. Gerçekten nereden girip nereden çıktığınızı bir süre sonra anlamıyorsunuz ve başlangıç noktasına geri gelmek, yüksek bir olasılığa dönüşüyor. Girilen bir sokağın başındaki bina 16.yy’dan kalma iken sokağın sonu modern zamana ait bir imge ile bitiyor. Merkezdeki çoğu sokak böyle! Yine Calvino bir kenti kent yapan şeyin “kapladığı alanın ölçüleri ile geçmişinde olup bitenler arasındaki ilişkidir” derken sanki Amsterdam’dan geçmiş de öyle söylemiş. Çünkü “Hafıza, Tarih, Unutuş” adlı kült eserin yazarı Paul Ricoeur, “Bir yerde belleğin fazlası, başka yerde unutuşun fazlası var…” derken son derece haklıdır. Kısaca Amsterdam, binlerce müzesi, tarihsel dokusu, dünyaya açılan limanları, geçmiş ve bugünü birbirine bağlayan su kanalları, köprüleri ile belleğin fazlasına sahip bir kent.
***
17.yy’dan kalma Castrum Peregrini bu tarihi kentin tam merkezinde, ünlü Herengracht caddesinde, önünden geçip giden kanala bakan tarihi bir bina. Dışarıdan bakıldığında ince, uzun kendi halinde olan bu bina; içine girildiğinde bambaşka bir dünyaya açılan, her yönü ile şaşırtan onlarca kapıya sahip.
Castrum Peregrini “Seyyahların Kalesi” anlamına geliyor. İsrail taraflarında seyyahların sığınak olarak kullandığı korunaklı bir bölge adıdır. 2. Dünya Savaşı sırasında Gisele’nin evinin kod adıydı ve 1957’de, Herengrachat 401’deki bu evin adı oldu, artık.
Castrum binası tek kelimeyle koridor, oda ve merdivenlerden oluşan bir labirenttir. Bugün de zengin ve çok katmanlı bir geçmişi günümüzün sosyal meseleleriyle birleştiren eşsiz bir kültür merkezi olarak anılıyor. Nasıl bir bina ve içeriğe sahip olduğunu ikinci bir yazıda anlatmayı planladığım için bina detaylarına çok girmiyorum.
Bina, Gisele adı ile tamamen özdeşleşmiş durumda. Ve zaten Gisele’nin mirası üzerinden bugün kimsenin dışlanmadığı, çeşitliliği ve eşitliği sürdürmeyi esas alan, özgürlük, dostluk ve kültür değerlerine yaslanan bir çalışma tarzı benimseniyor.
Gisele, Eylül 1912 yılında, Avusturyalı bir anne ve Hollandalı jeolog bir babadan, Den Haag’ta doğdu. 2013 yılında, 101 yaşında yaşama gözlerini yumdu. Bir sanatçı da olan babasının onun üzerinde etkisi yadsınamaz çünkü Gisele de kendi anılarında “babama daha yakındım” diyor.
1915 yılında, 1. Dünya Savaşı’nın başlarında aile Amerika, Oklahoma’ya göç eder. Gisele 1922’de Avrupa’ya geri döner, kısa bir süre kalır ve tekrar ABD’ye gider. 1929 yılına kadar burada kalmaya devam eder. Gisele’nin çizime ve sanata olan yeteneği bu yıllardan sonra fark edilir. Paris’teki sanat eğitimi öyle başlar. 1931’den 1933’e kadar, Paris’teki École des Beaux Arts’ta okur. Orada sanatçı Joep Nicolas’la tanışır. Joep onun hayatında önemli bir dönemece sahip. Sanatsal büyü ile o ve ailesinin yanında iken tanışır. Hatta 1935’ten 1939’a kadar Nicolas’ın stüdyosunda bir öğrenci ve asistan olarak çalışır.
1939 yılında Amsterdam’a taşınır ve Herengracht 401’deki (Castrum Peregrini) binanın, kanala bakan üçüncü katını kiralar ve oraya yerleşir. Verdiği bir röportajda “Bu eve geldiğimizde daire boştu ve kiralamak istedim. Buraya gelmek zorunda olduğumu hissettim, evin Herengracht ve Leidsegracht kavşağında güzel bir manzarası vardı” der. Annesinden kalan mirasla da çok geçmeden binanın hepsini satın alır. Ve yaşamak istediği şehrin Amsterdam olduğuna ikna olur. Bu yıllarda cam boyama sanatını da icra eder. Amsterdam’daki en büyük Katolik kiliselerinden olan “De Krijtberg Church”ın girişteki camlarında Gisele’nin imzası vardır. Gisele üçüncü katta mutlu hayaller kurarken savaş Hollanda’ya çoktan varmış ve Hollanda’yı da işgal altına almıştır.
Savaşın başlaması ile yakın arkadaşı Alman şair Wolfgang Frommel, eve bazı Yahudi sanatçılar getirir “Burada kalabilirler mi? Saklayabilir misin?” teklifi ile… Gisele tereddüt etmeden üstlenir. Nazi askerleri binaya gelirler, arama yaparlar ama bir şey bulamazlar. Çünkü kitaplıktan piyanonun içine kadar pek çok yer artık saklama yeri olmuştur. Farklı yerlere açılan kapılar vardır artık evin içinde. Uzunca bir süre orada kalır saklananlar. Bu süre zarfında hem savaşın yarattığı tahribatın etkilerini en az düzeyde yaşamak hem de akıl sağlıklarını koruyabilmek adına boş durmazlar. Gisele onlara çeviri metinleri verir, şiir yazdırır, okumalar düzenler ve bu sayede orada olanlar zor günlerden, akıllarını yitirmekten kurtulabilmişlerdir. Gisele’nin uyguladığı ‘zoraki’ sanatsal üretim süreci, bir tedavi işlevi görmüştür o yıllarda.
İlerleyen yıllarda Gisele bu davranışından ötürü pek çok ödül de alır ve onure edilir. Gisele kendini bir ‘kahraman’ olarak nitelemez. Bugün kurumun üç direktörü Michael Defuster (idari direktör), Frans Damman (mali direktör), Lars Ebert (programlar direktörü) ile yaptığım sohbetlerde özellikle bunun altını çiziyorlardı, “Yaptığı kahramanca bir davranıştır. Evrensel bir cesaret ve dayanışma örneğidir” diyerek.
Savaştan sonra Gisele New York’a gider. Orada sergiler açar, bir süre çalışır ve tekrar geri döner. Castrum Peregrini artık bir yayınevi olarak da işlemeye başlar. Topluluk burada kalmaya ve üretmeye devam eder. 1959’da Amsterdam Belediye Başkanı Arnold D’ailly ile evlenir. Bir üst kata taşınırlar, eşi 1967’de bir hastalıktan ötürü yaşamını yitirene kadar burada kalırlar. Eşinin ölümünden sonra Gisele stüdyosunu en üst kata kurar.
Bu stüdyo ve ev, bugün Gisele ve arkadaşları şahsında 20.yy’ın geniş bir hafızasını ziyaretçilere sunarken, aynı zamanda “We are what, we remember!” sloganı ile geçmiş, şimdi ve geleceğin birbirleriyle iletişim kurduğu, fikirlerin ve planların tasarlandığı, yayıldığı ve yayılacağı bir sanatsal araştırma merkezi olarak sürdürülebilir bir gelecek için çalışmaya devam ediyor.
Castrum Peregrini için çok temel ve başta hafıza çalışmaları olmak üzere diğer tüm çalışmaların da odağında yer alan bir soru var.
Bu soru da şudur: “Masum insanlar neden öldürülüyor?”