Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
Alper Turan / beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları 2019 Gönüllüsü
Beraberce derneğinin değişim programına başvururken, iki tercih yapmış ve sadece Johannesburg’daki iki hafıza kurumunu seçmiştim. Aslında ne Güney Afrika’ya özel bir ilgim ne de karmaşık ve zorlu geçmişlerine ve bugünlerine dair bir birikimim vardı. Bu programdan beklediğimin tam bir deneyim olması gerektiği fikriyle, hakkında neredeyse bir Wikipedia sayfasının verebileceğinden fazla bilgiye sahip olmadığım bir ülkenin ortasına düşmek istedim. Aktarılmış yargılar, öğrenilmiş bilgiler ve kitap cümlelerinin ötesinde bir deneyime sahip olmayı amaçlasam da, elbette böyle bir şeyin gerçekten ne kadar mümkün olabileceğine dair de kuşkularım vardı.
Programdan bir ay kadar önce Johannesburg’a gideceğimi söylediğim bir arkadaşım bana ilk kez buranın dünyadaki en tehlikeli, suç oranın en yüksek olduğu şehirlerden biri olduğunu söylediğinde şimdi bu bilgiyle ne yapacağımı düşünmek zorundaydım. Arkadaşım, bilgisizliğime şaşırıp kendi başına gelenleri anlatmaya başladı, sokakta bilinçsizce fotoğraf çekmeye çıktığında arkadaşlarının ona ne kadar kızdığını, araba kullanırken kırmızı ışıkta dahil arabasını çalışır durumda bırakıp sürekli tetikte olması gerektiğini, sürekli bir tehlike hali olduğunu uzun uzun detaylandırdı. Zihnimi bir tabula rasa halinde muhafaza etmemin belli ki mümkünatı yoktu, kalacağım yeri ayarlamak için Johannesburg üzerine pratik araştırmalar yapmalıydım, okuduğum her web sayfası güvenlik, tehlike, tekinsizlik, suç kelimeleriyle doluydu ve yine her sayfa muhakkak dikkat edilmesi gerekenler üzerine ibareler içeriyordu, şu mahalleye girmeyin, bu mahalleye eskiden girilmezdi ama artık mutenalaştı vs vs. İşsizlik ve suç oranının birbiriyle doğru orantıda ve yüksek olduğu söyleniyordu. Yine benzer web sayfalarına göre şehirde günlük ortalama 57 cinayet işleniyordu, kimliksiz yaşayanların oranı çok yüksekti. Günün sonunda, gideceğim bu şehre dair kabul etmek istemesem de bir öncül korkuyla dolmuştum.
Peki bu korkunun temelinde tam olarak ne vardı?
Ben kimdim ve neden muhtemel bir avdım, ve tehlike aslında ne demekti? Atatürk’ün manevi kızlarından Afet İnan’ın Türk’lerin beyaz ırka mensup olduğunu ‘kanıtladığı’ Türk Halkının Irksal Özellikleri adlı doktora tezine dayanarak söyleyebilirdim ki ben beyaz bir erkek bedeniydim (!) kim olduğumun ve nereden geldiğimin, kendimi nasıl tanımladığımın bir önemi yoktu, fenomenoloji olarak algılanacağım kimlik öncelikle buydu. Ve elbette bu bakış açısı tehlikenin siyah topluluktan geleceği ön kabulüyle aktive oluyordu. Peki bir beyaz erkek için tehlike ne demekti? Sahip olduklarından mahrum kalmak: paramın, telefonumun, bilgisayarımın veya tüm bunlara sahip olan beyaz bedenimin elimden alınması.
Bunların ne önemi var demek, uzun süredir kendi kendime öğrenmeye çalıştığım bir meseleydi, gerçekten ne önemi var? Hayatta kalmanın sınırı ne? Neye dayanarak bedenim ve onu canlı tutan şey üzerinde hak sahibi olup soyulmaya, öldürülmeye, parçalanmaya karşı çıkabilirim? Beyaz bedenim ve onun sahip oldukları üzerinde hak sahibi olduğum neden tartışmasız bir gerçek? Bu kısmen radikal tınlayan sorular Johannesburg’ta geçirdiğim 45 gün boyunca beynimde dolaşmaya devam etti.
Xchange programı sanıyorum ki hayatımda ilk defa başka bir ülkede kendi şehrimden daha rahat bir hayat geçirebileceğim bir fon sağlıyordu, zira programa katılanlar için ayrılan bütçe Almanya’dan bir doktora öğrencisinin bir değişim programındayken aldığı miktar baz alınarak hesaplanmıştı. Yani ilk defa bir beyaz Türk değil, beyaz Avrupalı standartlarına sahip olabilecektim.
Günün sonunda Johannesburg’ta kalacağım evi bulmak için Airbnb’de gezinirken, beyaz bir Avrupalı cüzdanına bürünüp gördüğüm tüm o muhteşem havuzlu evlerden birinde kalma düşüncesi …. canımı sıktı. Parayla değişen standartlara sahip olmak ve bu standartların bir pakete dönüşüp seni içine aldığını, günün sonunda o paketten çıkan birine dönüşeceğimi düşündüm. Ve aslında bilinçsizce, sadece hesaplısını seçerek, yine o mahalle hakkında bir araştırma derdine girmeden sonrasında tanışacağım birçok kişinin ‘Orada ne işin var? Biz oraya en son gittiğimizde bir bizonla karşılaştık’ ya da ‘tam bir gettoya düşmüşsün’ dediği mütevazı bir mahallede kendimi buldum. Ve bu seçimin tüm deneyimimi belirleyeceği, şehirle farklı bir bağ kurmamı sağlayacağını umdum. Yine de şehirle bağ kurmanın o kadar da kolay olmadığını kısa sürede anladım.
Johannesburg’a gelir gelmez fark edeceğim ilk şey, şehrin bir yerden bir yere yürümek için asla uygun olmadığı, bunun için tasarlanmamış olduğuydu. Burası bilmem kaç yıl süren, beyaz ve siyah olarak kör bir ayrımla halkları ayıran Apartheid rejiminin en şiddetli şehirlerindendi, zira 100 yıl önce keşfedilen altın rezervleriyle kurulan bir şehirdi ve hala bu sebeple ülkenin ekonomisinin başkentiydi ve geniş bir yüz ölçümüne yayılmıştı. Mahallelerin birbirlerinden bu kadar kopuk oluşu Apartheid rejiminden geriye kalan bir izdi. Mahalleler arasındaki fark elbette sadece km’ler değildi, zengin ve fakir mahallelerde iki farklı şehirde hatta ülkede olduğunuzu hissedebilirdiniz. Bir zamanlar siyahların yerleşmesine izin verilmediği için her gün işlerine gitmek üzere gelip gitmek zorunda bırakıldıkları şehir merkezi -ki tam da gold rush döneminde kurulmuştu- şimdi tamamen siyahların kontrolü altında gibiydi, şehir merkezinde sokakta yürüyen bir beyaz görmek çok zordu. Şehirde sokaklar pisti, kokuyordu, bir anda dev bir hayvan ölüsünü alışveriş arabasında taşıyan biri yanınızdan geçebilir, vızır vızır geçip duran arabaların ortasında kalabilir, çantanızı kaptırabilirdiniz. Oysa zengin güneşli banliyölerde tam bir sükunet hali hakimdi, her ne kadar bu mahallelerde de sokakta yürüyen bir beyaz görmek zor olsa da fakir mahallelerin aksine bu mahallelerde en azından trafik lambaları vardı. Şehir her ne kadar yürümek için tasarlanmamış olsa da şehir içinde bir yerden bir yere toplu taşıma kullanarak ulaşmak da genellikle çok meşakkatli, çoğu durumda da imkansızdı. Şehirdeki tek metronun sadece 5 durağı vardı ve sadece zengin güneşli semtlere uğruyordu. Minibüslerin nereden gelip nereye gittiklerini anlamak bir yabancı için çok imkansızdı ve rea vaya adlı halk otobüslerini kullanmayı seçtiğinizde arabayla 15 dakika süren bir mesafeyi 2 saatte aşabilirdiniz. Nitekim şehirde kaldığım süre boyunca tanıştığım herkesin ya kendi arabası vardı ya da ülkede tam bir sektöre dönüşmüş olan Uber, Bolts vs gibi uygulamalarla çağırdıkları özel otomobillerle gündelik yolculuklarını yapıyordu. Elbette düzenli olarak bu araçları kullanmaya gücü asla yetmeyecek büyük bir kesim için bu ulaşımsızlık bu insanların şehre erişimlerinin ne kadar kısıtlı olduğunu kanıtlıyordu. Apartheid rejiminin artık görünürde ırk üzerinden değil ama nedense daha makul görülüp tartışmasız kabul edilen ekonomik bir temelde sürdüğünü hissettiriyordu.
Şehirde kaldığım 45 günün son 10 günü boyunca, ülke çapında aralıklı olarak yapılan elektrik kesintilerinden en çok etkilenen bölgelerden biriydi burası, bazı günler bu kesintiler sekiz saat boyunca sürebiliyordu. Evi paylaştığım arkadaşlarıma göre bu kesintiler her bölgede gerçekleşiyordu ve sınıfsal bir durum söz konusu değildi, ama müzede birlikte çalıştığım kişilere göre elbette şehrin zengin yoğunluklu beyaz üst banliyölerinde kesintiler çok daha kısa süreliydi. Onlara göre bu ayrımın sebebi vergilerini veren, elektrik faturalarını ödeyenler ile bunlardan kaçmanın yolunu bulanlara uygulanan sistematik ve farklı müdahalelerdi.
Tüm bu ikili düzen, apartheid sonrası, neoliberal ve daha global bir apartheid’ın sadece göze görünür değil, bedenen hissedilir olduğu bir yer Johannesburg. Yine de tam olarak ne zaman gerçekleşti, neden sonra oldu bilmiyorum ama Johannesburg’da kaldığım sürenin ortalarına doğru antropolojik bir düş kırıklığına uğradım. Benim her şeyi beyaz ve siyah süzgecinden geçirerek gözlemlemem, tüm bakış açımı bilinçsizce bu ikililik üzerinden şekillendirmemin ne kadar dışarıdan ve üstten bir bakış olduğunu hissettim. İşte ne yazık ki şimdi o beyaz Avrupalı antropologlar gibiydim. Benim içine girebilmek için epey daha bir süre geçirmemin şart olduğu, belki hiç giremeyeceğim, siyah ve beyaz ayrımının benim hissettiğim yoğunlukta olmadığı, şehrin ve yaşamın gri alanlarla dolu olduğunu ne yazık ki ancak haftalar sonra anlayabildim.