Rojda Yıldız / beraberce Değişim 2018 Gönüllüsü
Bir aydır Güney Afrika’nın Cape Town şehrinde yaşıyorum. Ne zaman başka bir şehre gitseniz muhakkak ki farklı farklı deneyimler, yeni bilgiler, duygular ile dönersiniz. Fakat burası zıtlıklarıyla ve size “insan olmanın hem ne demek olduğunu hem ne dememek olduğunu” hatırlatması vesilesi ile oldukça “ağır” bir şehir. Bazen bütün güzelliklerin bu şehirde toplandığını düşünüyorsunuz, bazen birçok kötülüğün. Sömürgecilik sonrası dönemde her ne kadar hükümetin çabalamaları söz konusu olsa da yılların eşitsizlik ilişkisinin değişmesi için daha fazla zamana ihtiyacı var bu ülkenin, sanırım. Bunları yazarken kendimin nereden ve hangi koşullardan geldiği bilinci ile yazıyorum. Keza bu eşitsiz yaşam koşullarının dünyanın her yerinde olduğunun farkındayım. Fakat burada başka bir şey var. Bir türlü isim koyamadığım bir “tılsım” hali. Dilimizden düşmeyen bazı kavramların yeterli olup olmadığına dair bir şeyler. Şiddetin ve acımasızlığın ve hâlâ devam eden bu devasa eşitsizliğin boyutları, demokrasi ve şartlar üzerine düşündürtüyor insanı.
Güney Afrika anlatılanlara göre hakikaten çok iyi işleyen bir demokrasiye sahip. Ülkedeki en büyük cezalar nefret suçlarına dair. Burada herhangi birini ırkından, dininden, cinsiyetinden dolayı aşağılamak, şiddet uygulamak, dışlamak; en büyük cezalarla karşı karşıya kalmak demek. Şehirde farklı kültürlerden insanlar var. Taylandlılar, Çinliler, Etiyopyalılar, Hindular, Avrupalılar, Afrikalılar, Endonezyalılar, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler… Ve bu şehirdeki ilk kural sanırım “Başkalarına saygılı olmak zorundasın” kuralı. Yolda yürürken dahi havada uçuşan “teşekkürler”, “özür dilemeler” günlük hayatın bir parçası haline gelmiş. Yolda yürürken biriyle göz göze geliyorsanız muhakkak gülümsüyorlar. Her sabah müzeye girmeden önce müzenin kapısında sigara içiyorum. Sabahları sizin orada durduğunuzu gören biri yanınıza geliyor ve nasıl olduğunuzu soruyor. Havanın sıcak ya da soğukluğunu, o gün ne işi olduğunu, nasıl hissettiğini falan anlatıyor bazen. Türkiye’den gelen biri olarak başlarda şüphe duyuyorsunuz bu durumdan -ya da ben öyle hissettim-. Sonra birilerine dokunmanın, sohbet etmenin, bir şeyler paylaşmanın tadına varıyorsunuz. Kim oldukları önemli değil, sabahları ayaküstü yapılmış iki dakikalık sohbet size kendinizi iyi hissettiriyor. Ya da kocaman gülümsemelerle önünüzden geçenlerin bir “günaydın” demesi. Değer vermek ve kaile almak için illa birilerinin sizi tanıması gerekmiyor, zaten hak ettiğiniz değerin “kurallarını” yerine getiriyorlar sadece.
İstediğiniz sınıftan ya da ırktan olabilirsiniz, burada asla atlamayacağınız şey insanların hakları. Oldukça kibar bir kent olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Eşcinsel evliliklerin yasal olduğu bir şehir aynı zamanda. Bir diğer yazıda hikâyesini anlatacağım Kewpie’nin sergisine hazırlanırken herkesin birden bu işe el atması ve insanların hakikaten mutlu hissetmesi bazen “şaşırtıyor”. Tuhaf olduğu için değil, yaşadığımız memlekette Pride yürüyüşlerini bile yasaklayan zihniyetten sonra burası cennet gibi geliyor. Birkaç arkadaşıma buralardan bahsederken şu cümleyi kurduğumu fark ettim; “İnsan kendisini insan gibi hissediyor burada.”
Peki, her şey bu kadar mı? Şehre ilk geldiğimde beni havaalanından müzenin eğitim bölümü sorumlusu Mandy almıştı. İner inmez gözüme çarpan ilk şey, çok ama çok fazla beyaz insanın oluşuydu. Havaalanındaki çalışanlardan çıkışta sizi taksilerine almaya çalışan taksicilere kadar herkes siyah oysa ki. Mandy’ye ilk söylediğim şeylerden biri “Çok fazla beyaz var, çok şaşırdım” olmuştu. O da öyle olduğunu söyledikten beş dakika sonra bana şehir merkezine doğru giderken sıralanmış townshipleri göstermeye başladı. Siyah ve melezlerin birçoğu buralarda, dedi. Derme çatma küçük kulübeler.
Havaalanından şehir merkezine giderken yol boyunca bu yerleşim yerlerinden geçiyorsunuz. Apartheid döneminde şehir merkezinin dışına sürülen bu insanlar bu mekanlarda yaşamaya başlamışlar. İşin acı yanı Apartheid sona erdikten sonra da yaşamaya devam ediyorlar. Çünkü ülkede ciddi bir iş ve toprak sorunu var. Şehir merkezine geldiğinizde İngiliz ve Hollanda mimarisinin etkisini görünce farklı bir dünyaya giriyormuşsunuz hissi doğuyor içinizde. Caddeler, sokaklar, binalar tamamıyla bir Avrupa şehrini hatırlatıyor insana. Fakat bu şehri döndüren, şehrin akmasına sebep olan, şehri işler hale getirenlerin yani aslında buraya emek verenlerin neredeyse hepsi siyahlar. Garsonlar, park görevlileri, aşçılar, temizlikçiler, inşaatçılar… Hizmet sektörünün neredeyse %90’ında siyahlar çalışıyor. Elbette, bu kesim iş bulup çalışanlar. Bir atölye çalışması için Mandy ile Nyanga isimli townshiplere gittiğimde orada yaşayan insanların nasıl geçindiğini sordum. “Suçla” dedi. Tehlikeli bölgeler olduğunu, gangsterlerin yoğun biçimde bulunduğunu, hırsızlığın, cinayetin çok yaygın olduğunu anlattı. Bu bahsi geçen bölgelerin nüfusu hiç de az değil. Şehrin nüfusunun[1] yarısı kadar neredeyse.
Melezlerin daha fazla memuriyet işi yaptığı beyazların ise beyaz yaka işlerinde ve yöneticilik pozisyonunda olduğunu öğreniyorum. Gerçi bunu öğrenmek için birine sormanıza gerek yok, keza şehirde bir tane bile beyaz garson göremedim henüz. “İşler, yönetim 1994’ten sonra nasıl bir işleyişe gitmiş?” diye soruyorum etraftakilere. Sözlü tarih çalışmasının nimetlerinden yararlanıyorum burada. İnsanlarla konuşunca bazı şeyleri daha iyi kavrıyorsunuz. Bir önceki yazıda burada barış sürecine giden yolu kısaca anlatmaya çalışmıştım. Fakat anlatıldığı kadar basit bir yol olmamış. Mandela serbest bırakıldıktan sonra dahi beyazlar siyahlarla aynı masaya oturmaya yanaşmamış. ANC’nin (African National Congress) cevabı ise net olmuş, ya oturur bir çözüm yolu ararız ya da bu çatışma süreci böyle devam eder.
O sürece giden yolları ve kabul şartlarını belirtmiştim önceki yazıda. Aynı masaya oturuluyor. Ve bir barış süreci başlatılıyor. Fakat bu süreçte beyazların her şeyden “vazgeçmesi” imkânsız olarak gösteriliyor. Siyahlara ve melezlere insan haklarının teslim edilmesi için ayrımcı sayılabilecek her türlü uygulamaya son verilmesi kararlaştırılıyor. Fakat var olan koşullarda toprakların yüzde yüzüne sahip olan beyazlardan toprakları geri almak imkânsız hale geliyor. Aslında karşılıklı bir anlaşmaya gidiliyor. İnsan haklarına karşı, topraklar. (Bu konuda hâlâ ANC’ye ve Mandela’ya kızgın olan insanlar var. Keza beyazların elinden alınmayan topraklar süregelen bir krize yol açmış durumda. Bazıları ise Mandela’nın ancak “bu kadarını” yapabildiğini, başka şekilde beyazların anlaşma masasına yanaşmayacağını belirtiyor.)
Beyazların birçoğu kendini çoktan bu ülkenin yerlisi olarak görmeye başlamış ve toprakların üzerinde sonsuz hak talep etmiş. 1994’te barış sürecine girilmesiyle ANC toprakların yüzde otuzunu halka dağıtmaya söz vermiş. Fakat verilen bu sözün ancak üçte biri yerine getirilmiş.[2] Şu an toprak dağılımı konusunda ciddi bir sıkıntı var. Nüfusun %70’ine yakınını siyah ve melezler oluşturmasına rağmen toprakların yaklaşık olarak %10’una sahipler. Topraklarını geri almak isteyen siyahların zor kullandığına ve beyazlara şiddet uyguladığına dair haberler geliyor bu sıralarda. Geçen gün tesadüfen denk geldiğim bir Rus kanalında Güney Afrikalı beyaz çiftçilerin Rusya’da tarım yapmaya başladığı haberi geçiyordu. En son Trump da bu konuda Güney Afrika hükümetini tehdit eden bir açıklama yapmıştı ve beyazların siyahlar tarafından tehdit edildiğini söylemişti.[3] Neredeyse her yerde konuşulan ve şu an parlamentonun gündeminde olan “toprak yasası” meselesi sömürgeciliğin maddi, manevi olarak devam ettirilmesi anlamına geliyor burada. Halen ekonomik olarak kalifiye eleman denecek işleri yapmak zorunda kalan siyahlar, başka bir sömürge düzeninin altında hayatlarına devam ediyorlar. 1913’te çıkarılan Yerli Toprak Yasası’ndan sonra toprak alması ve işletmesi yasaklanan siyahlar için ANC’nin o dönemki ve ilk lideri olan John Dube 1912’deki bir konuşmasında “Toprağınız Yoksa Halk Olamazsınız!” diye seslenmiş Afrikalılara. Toprakları ellerinden zorla alınan bir halkın toprak mücadelesi aslında bir anlamda devam eden. Ve dört beş kuşaktır burada yaşayan beyazların artık dönecek bir topraklarının olmaması. Keza burada hükümet bir çıkmaza girmiş durumda. Beyazların birçoğu kendini artık buranın bir yerlisi olarak görüyor ve toprakların kendilerine ait olduklarını iddia ediyor. Siyahlar ise haklı olarak toprakların kendilerine ait olduğunu. Kendi ülkende kendi topraklarında ırkından, renginden dolayı hiçbir şekilde ayrımcılığa maruz kalmamak her ne kadar olumlu bir durum olsa da topraklarını geri alamamak ve “suçla” geçinmeye devam etmek sömürge hikâyesinin başka bir devamı…
Hikâyenizi Siz Anlatmalısınız Beyazlar Değil
Distrcit Six bu hikâyenin dışında değil. Bu hikayenin parçası olarak mücadeleye devam ediyor. Sürekli gelen ziyaretçiler, Mandy ve ekibinin okullarda, müzede devam eden eğitim çalışmaları… Şu aralar müze bünyesinde yürütülen Oral History (Sözlü Tarih) atölyesi birçok şey öğrenmemi sağladı. Townshiplerde oturan bir grup lise öğrencisine sözlü tarihin ne demek olduğunu ve nasıl uygulayabileceklerini anlatıyor Mandy. Üç haftadır devam eden ve her Cumartesi yapılan bir atölye. Mandy hazırladığı evraklarla ve dinlettiği ses kayıtları ile sözlü tarihin ne demek olduğunu anlatıyor önce.
Ve elbette, sözlü tarihin neden bu kadar önemli olduğunu. “Nenelerinizin, dedelerinizin neler yaşadığını kitaplar yazmaz, resmi tarih bunu sizlere anlatmaz. Neler olup bittiğini öğrenmek istiyorsanız yaşayanlara sormak zorundasınız” diyor. Ve ekliyor, “Ne olursa olsun, bu sizin hikâyeniz. Siz anlatmalısınız beyazlar değil.” Ailelerinden birileriyle görüşme yapmalarını istiyor. Ertesi hafta gelip gitmeleri sorun olduğu için Mandy ile birlikte öğrencilerin kaldığı township olan Nyanga’ya gidiyoruz. Orada bir okulda bizi bekliyorlar. Görüşme yapacakları tanıdıkları, velileriyle beraber. Önce herkes kendini tanıtıyor, ardından Mandy neler yapacağımızı anlatıyor. Örnek olması için bir öğrenciyi babası ile bir sınıfa alıyoruz. Kamerayı kuruyoruz ve çocuğa önceden sorularını hazırlaması gerektiğini söylüyor Mandy. Konu belli, Apartheid dönemi. Bütün öğrenciler bu sözlü tarih görüşmesini dinliyor.
Ardından herkes bir sınıfa geçiyor ve yanımızda getirdiğimiz dört beş kamerayı her sınıfa kurarak görüşmelerin bitmesini bekliyoruz. Bu sırada, bir ara okulun bahçesinden çıkıp dışarı baktım. Şehir merkezinin o ihtişamından ne kadar farklıydı. Beyaz görmek imkânsız. Evler derme çatma yapılmış, sokaklar hiç de öyle dünya kupasında gösterilenler gibi derli toplu değil. Buranın bir orta sınıfı yok gibi. Zenginler çok zengin, fakirler çok fakir. Çok ciddi bir ekonomik eşitsizlik gözünüze çarpıyor ister istemez. İçeri döndüğümde görüşmeler bitmişti. Belki hayatlarında böyle bir şeyden haberleri dahi olmayan (Ben üniversite son sınıfta öğrendim sözlü tarihin ne olduğunu) çocuklar kendi hikâyelerini kendi yakınlarından dinlemişlerdi. Şu an Mandy’de yaklaşık on öğrencinin ailesi ile beraber ortaya çıkardığı Apartheid dönemi sözlü tarih anlatıları var. Hikâyeler sadece dinlenmesi için anlatılmaz. Bir geçmişin, büyük bir deneyimin en canlı tanıklarıdırlar. Ve şimdi öğrenciler bu tanıklıkları bir başka nesile taşımanın yollarını öğrendiler. Ve hikâyenin, Güney Afrika hikâyesinin özneleri olarak artık anlatma sırası onlarda.
Şu aralar müzede devam eden asıl çalışma ise 20 Eylül 2018’de açılışı yapılacak olan Daughter of District Six isimli sergi. Uzun zamandır bu serginin çalışmaları devam ediyor. 1960’larda Distrcit Six bölgesinde yaşamış olan Kewpie isimli gey bir sanatçının hayatını konu alan ve LGBTİ+ çalışmaları kapsamında yapılan bir çalışma bu. Bayağı uzun soluklu bir çalışma olduğu için ve henüz sergi yapılmadığı için sergi yapıldıktan sonra bütün o süreçleriyle beraber bir diğer yazıda yazacağım Kewpie’yi…
_______
[1] Şehrin nüfusunun 2011 yılı içerisindeki miktarı ve siyah, beyaz, melez dağılımı için bkz. http://worldpopulationreview.com/world-cities/cape-town-population/
[2] https://www.bbc.com/turkce/ozeldosyalar/2013/06/130619_guney_afrika_toprak