Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
İlyas Özçakır / beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları 2019 Gönüllüsü
Bir tiyatrocu olarak, çalıştığım zamanlar seyircilerin çalışmadıkları zamana denk gelmek zorunda. Bu da zaman zaman ister istemez seyircinin kafasında yaptığımız işin boş zaman aktivitesine indirgenmesine ya da eğlence sektörüyle sınırlandırılmasına sebep olabiliyor. Böyle bir kod varken bireysel olarak başıma gelen ya da toplum olarak karşılaştığımız acı olayların gerçekleştiği günlerde sahneye gönül rahatlığıyla çıkma konusunda zorluk yaşadığım zamanlar oldu. Patlamalar, terör saldırıları, maden göçükleri, doğal afetler, saldırılar, cinayetler gibi bütün toplumun aynı anda maruz kaldığı acılar ya da sadece beni ve yakınlarımı üzen haberler…
Peki, acı ve zor bir olayla karşılaştığımızda bizi ayakta tutan, yaşama bağlayan, devam etme gücü veren şey nedir? Ben bunun ilacının bize bizim kim olduğumuzu hatırlatan şeyler olduğunu düşünüyorum. Ben, bu hayatta var olduğumu en çok da sahnede hisseden biri olarak tam da böyle zamanlarda sahneye çıkmak istiyorum aslında. Benim acıyla baş etme yöntemim sahnede olmak, seyirciyle paylaşımda bulunmak. Bir de mizah… Mizah, bana kalırsa -oyuncu olsun, olmasın- herkesin başvurabileceği en büyük yardımcı böyle zamanlarda.
“Biz düştüğümüzde bizi tutacak iplik nerede?”
Wolfgang Borchert
Bu konuya çokça kafa yorduğum için, okuduklarımda/izlediklerimde her zaman ilgimi çekmiştir bu mesele. Dolayısıyla Wolfgang Borchert’in Karahindiba öyküsünü okur okumaz oyunlaştırmak ve oynamak istedim. Öykünün otobiyografik olduğunu öğrendiğimdeyse daha da çok etkilendim. Karahindiba öyküsünün başkahramanı hücrede kalan bir mahkum. Günde yirmi üç buçuk saat karanlıklar içinde yalnız başına kalan mahkumlar her gün yalnızca yarım saat avluya çıkıyorlar ve büyük bir çember halinde yürüyüş yapıyorlar. Bu yürüyüşler sırasında avluda gördüğü bir karahindiba çiçeği güneş gibi doğuyor kahramanın karanlık dünyasına. Öykü boyunca bütün amacı bu küçük çiçeği alıp hücresine götürebilmek oluyor. Bu amaç onu ayakta tutuyor ve yaşama bağlıyor. Yazar karahindiba çiçeğini sembol olarak kullanıyor ve ben de şuna inanıyorum: zor günlerde herkesin tutunduğu bir karahindibası var. Hepimizinki birbirinden farklı.
Tek kişilik oyuna dönüştürdüğümüz bu öyküyü bir süredir oynuyorum. Oyunlaştırma sürecinde konu üzerine araştırmalar yaptım. Beraberce’nin programına da bu konuyla ilgili yeni şeyler bulabilmek amacıyla başvurdum. Gönüllü olarak bulunduğum müze çok küçük bir kasabada yer alan çok küçük bir müze olduğu için birebir tanıklık yakalama şansım olmadı. Ama müzenin kütüphanesindeki kaynaklardan ve Polonya’nın diğer şehirlerinde gittiğim müzelerdeki sergilerden epey bir veri topladım. Çıkardığım sonuç şu ki bize yaşama gücü veren şey değişiyor ama bazı ortak yanlar var. Temel ortak yan bu şeyin kişiyi bulunduğu ortamdan zihnen de olsa uzaklaştırabilmesi. Buna ek olarak, bu şey kişiyi mahkumiyet ortamından uzaklaştırıp önceki hayatına ne kadar yakınlaştırırsa, kişiye “normal” hayatında kim olduğunu ne kadar hatırlatırsa o derece etkili oluyor.
Kimim ben?
Auschwitz mahkumlarından sanatçı Peter Edel’in bu oto-portresi, dışarıdaki kendimizle içerideki kendimizi aynı anda çok güzel özetliyor. O ünlü sloganı, “ARBEIT MACHT FREI” (“Çalışmak Özgürleştirir”) tabelasını resmine fon olarak kullanan sanatçı, o tabelanın altından geçtikten sonra, şeritli kamp üniformasının içinde, başı tıraşlı, kir içindeki yüzü asılmış ve yalnızca bir numaraya indirgenmiş kimliğini sorguluyor:
-Kim bu?
-Sen!
-Ben?
-Evet!
Peki nedir insanların kim olduklarını hatırlamalarını sağlayan şeyler? Mahkumları hayata bağlayan, onlara umut veren şeylerden birkaç örnek vermek istiyorum.
Resim ve Doğa
Müzelerde ya da kaynaklarda gördüğünüz çalışmalar iki ana kategoriye ayrılabilir:
İster gizlice yapılmış olsun, ister Nazilerin siparişi üzerine, resim yapmak mahkumlar için bir kaçış noktasıydı. Resim yapan mahkumlar bir süreliğine de olsa kendilerini iyi hissediyor, biraz olsun bulundukları ortamdan uzaklaşma fırsatı yakalıyorlardı.
Mahkumların yaptığı resimler arasında en çok doğa resmine rastladım. Doğa, onlara yüksek gri duvarlar arasındaki mahkumiyetlerini unutturuyor, yaşama tutkusunu hatırlatıyordu.
Auschwitz mahkumlarından Bronislaw Czech’in Nazi askerlerinin siparişi üzerine yaptığı bu resmin altında kamp arkadaşı bir başka ressam J. A. Brandhuber’in Czech hakkında söylediklerini okuyoruz: “…genellikle çok depresifti ve sadece bize spor kariyeri ve dağlarla ilgili hikayeler anlattığında neşelenirdi…”
İnanç
Mahkumlara dayanma gücü veren en önemli faktörlerden biri de dini inançlarıydı. Özellikle Noel gibi özel günlerde sıradan günlerden çok daha hassaslardı. Böyle günlerde küçücük bir iyi niyet jesti bile umutsuzluğu yüzlerinden silebilirdi.
Hayatta kalanlar, Polonya geleneklerine göre özel bir akşam yemeğiyle, Noel beşiğiyle, şarkılar söyleyerek gizli gizli Noel kutlamaları düzenlediklerini anlatıyorlar. Müze koleksiyonlarında kamptaki sanatçılar tarafından yapılan çok sayıda Noel kartı ve küçük çizimler bulmak mümkün.
Doğum günü gibi özel günler
Doğum günü gibi özel günler de mahkumların moral buldukları, yaşama tutundukları günlerdi. Böyle günlerde yine birbirlerine gizlice küçük hediyeler verirlerdi. Bu birliktelik onları dışarıdaki hayatlarına yaklaştırır ve dayanmak için umut verirdi.
Mizah
Ve tabii ki mizah! Ne kadar bir çoğunluk mizahı kullanabildi bilmiyorum ama kullananların hayatta kalma potansiyellerinin diğerlerine göre çok daha yüksek olduğuna inanıyorum. Mahkumların, bulundukları durumla dalga geçtikleri birçok karikatür mevcut. Acıyla baş etme yöntemi olarak kullanıldığında mizah çok güçlü bir hayat iksiridir aynı zamanda.
Müzik
Auschwitz-Birkenau kampında Naziler tarafından mahkumlardan oluşturulan Kadınlar Orkestrası’nı birçok kişi duymuştur. En bilineni odur, filmlere ve oyunlara da konu olmuştur. Ama daha birçok kampta onun gibi irili ufaklı orkestralar oluşturulmuş ve Naziler tarafından çeşitli sebeplerle kullanılmıştır.
Bu müzisyenler her ne kadar bu orkestralarda emir üzerine çalışsalar da aralardaki zamanlarda enstrümanlarıyla gizlice kendi dünyalarına kaçabilecekleri boşluklar yakalamışlardır. Ve bu imkan birçoklarına yaşama sevinci vermiştir.
Ben burada Nazilerin emri üzerine yapılan müzikten ayrılan bir örnek vermek istiyorum. İkinci Dünya Savaşı öncesi Viyana antifaşist kabaresinde çalışan oyun yazarı Jura Soyfer ve besteci Herbert Zipper 1938’de Gestapo tarafından tutuklanır. Bu iki arkadaş şans eseri aynı toplama kampında; Dachau’da bir araya gelir. Dachau Toplama Kampı savaş başlamadan önce, 1933’te açılan ve mahkumlarını; komünistlerin, Nazi rejimine karşı olan anti-faşistlerin, siyasilerin, ‘devlet düşmanları’nın oluşturduğu bir kamp. Bir gün Zipper, Soyfer’den kampın sloganına atıfta bulunan bir şarkı sözü yazmasını ister. Soyfer birkaç gün içinde yazar ve Zipper’e okur. Zipper şiiri ezberleyip kafasında besteler. Ve bu şarkı kampta gizlice yayılır. Aşağıdaki linkte şarkının 50. Yılı için düzenlenen etkinlikte Zipper’in yönettiği orkestranın çaldığı bir kayıt ve Zipper’in şiiri okuduğu bir ses kaydı bulabilirsiniz:
Bu şarkı mahkumlara büyük bir güç verir. Birlikte olma hissi. Görünmez bir güçtür ellerindeki. Gizli bir silah. Ve zekalarını kullanmalarının kazandırdığı özsaygı.
Zeka
Soyfer ve Zipper zekanın kullanılmasının mahkumların sürekli küçük düşürülme hissine karşı özsaygılarını korumalarına yardımcı olacağını düşünüyorlardı.
Auschwitz mahkumlarından, aynı zamanda tiyatrocu olan ressam Jozef Szajna’nın yaptığı bu çalışma ise incelikli bir zekanın ürünü. Uzaktan bakıldığında şeritler ve noktalardan oluşan soyut bir resim gibi gözüken bu çalışmaya yakından baktığınızda şeritlerin mahkum üniformaları ve üstlerindeki noktaların da mahkumların kafaları olduğunu fark ederseniz. Daha da dikkatli baktığınızda ise noktaların parmak izi olduğunu ayırt edebilirsiniz. Szajna’nın bu çalışması bence gizli bir meydan okuma, deyim yerindeyse güzel bir pasif direniş örneğidir. “Her şeyimizi alıp, bizi tek tip giysilerin içine tıkabilir, kafalarımızı bir örnek tıraş edebilirsiniz. Ama kimliklerimizi silemezsiniz! Biz, her birimiz hala birbirinden farklı birer bireyiz!”
Sonuç
Kaynaklarda ve sergilerde çoğunlukla sanatla bağlantılı şeyler mevcut. Bunun bir sebebi; Nazilerin kendileri için mahkumların sanat yapmalarına izin vermesi iken diğer bir sebebi de sanatsal ürünlerin savaştan sonra sergilenmesi ve sonraki nesillere ulaşabilir olması. Ama ben sanat haricinde de mahkumların kendi kişiliklerine özel birçok şeyin olduğuna inanıyorum.
Auschwitz mahkumlarından Adam Kopycinski’nin sözleriyle bitirecek olursam: “Tüm bunlardan geçen her talihsiz, düpedüz hiçbir şey yapmadan durduğu zamanlarda, aniden özgürlüğünü ne kadar özlediğini hissetmiştir. Umutsuzluk, birçoğunu, kendilerini elektrikli çitin üstüne atarak her şeye son verme noktasına getirdi. Ancak daha güçlü bir yapıya sahip olanlar, zihinlerini meşgul etmek için çeşitli çarelere başvurdular. Tek bir amaç uğruna: hayatta kalmak. Hayatta kalma mücadelesinde sanatçının zengin hayal gücü son derece yardımcı oldu…”