Katliam ve kuşatmanın hafızalardan silinmeyecek bir şekilde gerçekleştirildiği bir şehre adım attım. Savaş gerçekleştirildiğinde ve katliam olduğunda burada değildim. Şimdiye kadar burayla ilgili belgesel izleyip makaleler okudum. Saraybosna’ya geldiğimde burada gerçekten neler olduğunu ve insanların bundan nasıl etkilendiğini daha iyi anlayacağımı düşünmüştüm. Fakat geldiğimde bazı fikir çatışmaları ve birbiriyle uyuşmayan farklı perspektiflerin varlığıyla karşılaştım. Asla katliam olmadığının söylenemeyeceği bir ülke olan Türkiye’de doğdum. Fakat Türkiye, toprakları üzerinde Kürt, Ermeni ve Ailevilerin yaşamak zorunda kaldıklarıyla asla yüzleşemedi, yüzleşemiyor. Yaşananları unutmak bir tarafa bunları kabul dâhi etmedi, etmiyor. Bize bu yaşananların, olması gereken ve ülkede o zamanların koşulları doğrultusunda yapılan şeyler olduğu öğretilmişti ve hâlâ böyle öğretilmeye devam ediliyor. Biz bu konularla yüzleşerek yetiştirilmedik. Aksine ülkemizi ve o zamana kadar ülkeyi yönetenleri yüceltmek üzere yetiştirildik.
Saraybosna’ya geldiğimde insanları gözlemem, deneyimleri ve izlenimlerini dinlemem, kendi feminist, savaş karşıtı, anti militarist perspektifim ekseninde onları analiz etmem gerektiğini biliyordum. İnsanların bana hikayelerini anlatabileceklerini düşünmüştüm. Tabii ki de doğrudan sorup bu sorunun cevabını onlardan istemeyecektim. Ama onların hikayelerini, Sırp devletinin Bosna’da Boşnak ve Hırvat’lara karşı yaptığı katliamla ilgili düşüncelerini anlatmalarını sağlamak için bir yol bulabileceğimi düşündüm.
Bosna’da büyük oranda katliam ve savaştan oluşan hafızayı canlandırma konusunda insanların neler yaptığını bilmiyordum. Dışarıdan takip ettiğim kadarıyla bu felaketin olduğunu hatırlamak ve asla unutmamak istiyorlardı. Bir gün Sejla Kameric’in İstanbul’da bulunan Arter’in sergilediği“Bim Bam Bom, Çarpınca Kalp” isimli sergisine gitmiştim. Kameric, Saraybosna’da doğmuş bir sanatçı. Buranın karanlık zamanlarını yaşamış, o felakete ve işlenen suçlara dair deneyim ve hislerini işlerine aktarıyor. Bu sergide kuşatma altındaki Saraybosna ile ilintili duygularına odaklanmıştı. Kendisinin eserlerinde kullandığı his ve düşüncelerini ifade etme biçimi beni gerçekten etkilemişti. Protesto ediyor ve tarihi tekrar yazıyordu. Tarih sadece kan ve gözyaşından değil bu felaketin içinde başka bir dünyayı tahayyül etmeyi de içeriyordu. Evet, kendisi savumasızdı ama gücü savunmasızlığından ileri geliyordu. Evet, insanların kafalarına silah doğrultan, kadınların otonomilerini ihlâl eden, çocukların çocukluklarını yaşamalarını engelleyen Sırp askerleri insanları çaresiz bir hâle getirmiş ve küçük düşürmüştü. Fakat Kameric, bu küçük düşürülmeyi sahipleniyor ve kendini sınırlamaya çalışan iktidara baş kaldırıyor. Bu sayede de öfkesini normatif olmayanı (queer) geri kazanmak olarak dönüştürüyor. Gücünü toplamak ve onu aktarmak için başka bir yol yaratıyor; bu da insanlara ilham olma potansiyeli taşıyor. Kahramanlık hikayelerine başvurmuyor. Aksine Saraybosna ve Bosna’nın kuşatılmasının izini, deneyimleri, gözlemleri, toplumsal/cinsiyet ve kadınlıkla kesişen “sıradan” hayatlar paralelinde sürüyor.
Kameric’in aktardığı üzere serginin ismi kalp ve duygular üzerine düşünmek hakkında. Duyguların düz değil de aşktan üzüntüye uzanan bir spekturum olması üzerine. “Kalp sadece aşktan değil korkudan ötürü de Bim Bam Bom çarpar” diyor Kameric. Korkunun sadece aşağı seviyede görülen bir duygu olarak değil insanları sessizleştirmek için kullanıldığı koşullarda yaşıyoruz. Bu yüzden farklı açılardan doğal bir duygu durumu ve saf olduğunu göstermek benim için önemli. Saraybosna kuşatmasını deneyimlemiş Bosnalı bir kadın tarafından bunun aktarılması, bu anlatının söz etmeye değer, farklı ve feminist olduğunu bize gösteriyor. Kameric, duyguları görmezden gelmiyor özel alanı kamusal alandan ayırmıyor. Bu benim ilgimi çekmişti ve bu sergiyle tüm Bosnalıların kuşatma ve katliam hakkındaki fikir ve anlatılarını kaptığımı düşünmüştüm.
Saraybosna’ya geldiğimde çalışmaya başladığım müze olan Umut Tüneli’nde de duygulara ne kadar önem verildiğini gördüm. Ezberden bilgiler anlatılmıyor burada. Çalışan çoğu insanın burayla bir şekilde kurduğu bir bağı var. Ya babası o zamanlar askermiş ya Dobrinja ya da Butmir’de çocukluğu geçmiş çoğu çalışanın. Buranın hafızasını taşıyor o yüzden neredeyse hepsi. Müzede çalışan rehberlerden biri olan Edis Kolar, savaş sırasında tünel haline getirilen evin eski sahiplerinden. Kuşatma öncesi ailesiyle bu evde yaşayan Edis Kolar, kuşatma sırasında hem Igman Dağı’nda savaşmış hem de Dobrinja-Butmir’i buluşturan ve bugün adına Umut Tüneli denilen tünelde çalışmış. Burada ’92-’95 yılları arasında yaşanan her şeyin tanığı ve burasıyla da bağı kopmamış. “Burada çalışıyorsan deli olman lazım; yoksa o acı ve kederle burada ayakta kalmak zor” diyor Edis Kolar. Burasının sıradan bir müze olmadığını belirtiyor ve onu gözlemlerken derin duygularıyla hareket ettiğini, enerjisini hissedebiliyorum ve nedenini daha iyi anlıyorum. O zamana ait hafızasını ve duygularını bugünle nasıl buluşturduğunu…
Saraybosna, caddelerinin her köşesinde katliamdan ve kuşatmadan hayatta kalma hikayesini anlatma isteğiyle yanıp tutuşuyor gibi. Saraybosna’ya ilk ayak bastığımda fark ettiğim şey bu oldu. İnsanlara “buralarda neler yaşandığını öğrenin, asla unutmayın ve unutturmayın” der gibiydi, onların dikkatini çekecek biçimde.
Burada yaşanan savaşın ve kuşatmanın izlerini yerlerdeki Saraybosna gülleri ya da binalardaki mermi izlerinden anlamak mümkün. Savaşın izlerine dalarken insan düşünüyor, “savaşlar neden vardır?” Susan Sontag “Başkalarının Acılarına Bakmak” kitabında şöyle söylüyor: “Savaşları erkekler yapar. Erkekler (çoğu) savaşı sever, çünkü onlar savaşı, kadınların (çoğunun) hissetmeyeceği ya da zevk almayacağı şekilde görkemli, gerekli ve zevkli bulurlar. Savaş kazara olmaz. Savaşın bir cinsiyeti vardır. O katliam yapan makinelerin, silahların bir cinsiyeti vardır. Savaş, erkekler için kazanç ve otorite elde etmek için ihtiyaçlarını karşılayan bir olgudur.” Bu dediklerini Saraybosna’ya uyarladığımda da bir fark görmüyorum. Çünkü hegemonik erkeklik, militarizmle, milliyetçilikle son derece el ele kol kola ilerleyen bir gerçeklik.
Bu söylemlerini ve kuşatma sırasında kendisinin buraya gelip “Godot’u beklemek” isimli oyununu sahnelediğini düşününce, onu kendimle özdeşleştirmeye başlıyorum. Kuşatma sırasında belirli bir zaman diliminde burada yaşayıp buradaki halkla bir dayanışma kurmuştu. Yani Bosnalı değildi, burada yaşamıyordu; benim gibi. Amerika’dan gelmesine rağmen o “beyaz” ayrıcalığını kuşanıp gelmemişti, buraya özgürlük getirdiğini vaadetmiyordu. “Saraybosna’ya oyun yönetmek için gelmemin beni bir doktor ya da su sistemi mühendisi kadar işe yarar kıldığı ilüzyonunu yaşamıyorum. Benim yaptığım küçük bir katkı. Fakat yapığım şey, yapabileceğim 3 şeyden biri. Ya yazacak ya film çekecek ya da oyun yönetecektim. Ve bu da sadece Saraybosna’ya adayacağım ve burada yapıp sergileyeceğim bir şey olacaktı.” Susan Sontag, kutsallaştırılan ve yüceleştirilen “belirli” kahramanlara, liderlere dair benimsediğim eleştirel görüşü, kendi deneyimi üzerinden gayet güzel anlatıyordu aslında. O yüzden burayla kendisinin temasını, kendi yaşadığım deneyimle özdeşleştiriyorum. Bosna’daki insanların Susan Sontag’a karşı sonsuz bir müteşekkirliği var. Öyle bir müteşekkirlik ki; Ulusal Tiyatro’nun bulunduğu meydana onun ismi verilmiş.
Ama burada yapılan hafıza çalışmalarında kadınlar ne kadar var? Sadece anneliğe mi sıkıştırılmış diye düşünüyorum. Susan Sontag’ın açık olan bir biseksüel olmasına rağmen, buradaki kuşatma ortamının neden olduğu atmosfer, onun kimliğini gizlemesine neden olmuş ve resmen bu konuda susturulmuş. Savaş zamanı burada LGBTİ+’lar yok muydu peki? Olmaması mümkün mü? Neden onların hikayelerini hiç duymuyoruz peki? Şu anda en çok hissettiğim hafızayı nasıl feminist ve antimilitarist bir düzlemde kurgulayabileceğimiz ve daha çok kadın, feminist ve lgbti+ hikayesi dinlemek, savaşa dair. Ve Saraybosna Şiddetsiz Eylem Merkezi’nin hazırladığı raporun sorduğu bir soruyu kendime sormak. Hafızayı oluştururken biz ve diğerleri ikiliğini oluşturmamak, kuşatmaya karşı savunma gerçekliğini atlamadan ama militarizm ve kahraman yüceleştirmesine soyunmadan “savaş sırasında birbirine yardımcı olan komşuları, ateş etmeyi, öldürmeyi reddeden Sırp askerinin ya da tüm askerleri, savaşa karşı savaşan insanları” da kolektif hafızaya katmanın tahaüyülü uzak mı?
Kaynaklar
Sejla Kameric, When The Heart Goes, Bing, Bam, Boom: https://vimeo.com/150416845
Sontag, Susan, Godot comes to Sarajevo : http://www.nybooks.com/articles/1993/10/21/godot-comes-to-sarajevo/
War of Memories: Places of suffering and remembrance of war in Bosnia-Herzegovina by Centre for Nonviolent Action: http://nenasilje.org/publikacije/pdf/War_of_Memories.pdf