Hatıla! projesi kapsamında gerçekleştirdiğimiz “beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekanları programını DVV International’ın Türkiye temsilcisi ve stratejik partneri olarak yürütüyoruz.
Programda 2017-2019 yıllarında kolektif hafıza, hatırlama, unutma ve yüzleşme konularına ilgili ve eleştirel yaklaşımı olanların, hafıza ve vicdan mekânlarının demokratikleşmeye katkıda bulunabileceğine inananların, dünyadaki deneyimlerden yararlanmalarını, bilgi ve deneyim değişimi yapmalarını ve bu deneyimi Türkiye için işlevselleştirmelerini amacıyla onlarca gönüllümüz dünyanın dört bir yanındaki hafıza ve vicdan mekanlarında 30-60 gün geçirdiler. Deneyimlerini blog yazılarıyla paylaşan beraberce gönüllüleri, Deneyim Paylaşım Atölyeleri ile de Arjantin’den Bosna’ya, Hollada’dan Güney Afrikaya çeşitli hafıza ve vicdan mekanlarına dair deneyimlerini, çalışma alanlarını paylaşmaya devam ediyor.
Ali Yıldırım / beraberce Değişim 2018 Gönüllüsü
beraberce Derneği’nin beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekânları projesinin 2018 yılı gönüllülerinden biri olarak Meksika’daki Hafıza ve Tolerans Müzesi’ndeki (Museo Memoria y Tolerancia) izlenim ve deneyimlerimi sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Toplumsal Barışa Giden Yol, Hoşgörülü Olmaktan Geçiyor
Sahne ikiye ayrılmış. Bir yanda bir erkeği, öbür yanda bir kadını görüyoruz. Alarmlar çalmaya başlıyor. Sabah saatleri. Her ikisi de yeni güne başlamaya hazır. Çok geçmeden sokağa çıkıyorlar. Aşk Tanrısı, büyük ihtimalle birbirine yabancı bu iki gencin kalplerindeki ateşi tutuşturacak. Eski zaman filmlerindeki gibi buluşacaklar. Birbirlerine doğru yürüyorlar, çarpışmak üzereler. Neden sonra çarpışmaktan kıl payı kurtuluyorlar. Gel gelelim gözleri buluştu bir kere. Çapkın bir edayla birbirinin yüzüne bakıyorlar, ta ki…
Bu yazının konusu olan Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin odalarından birinde ziyaretçiler, yukarıda anlattığıma benzer kısa filmler izliyor. Daha sonra izleyici topluluğu, önlerinde bulunan elektronik oylama cihazlarını kullanarak kendilerine yöneltilen üç soruyu, on saniye içinde yanıtlamaya çalışıyor. Yukarıda kısaca betimlemeye çalıştığım videoyu izlemekte olan biri, bunun bir aşk hikâyesinin ilk günü ile ilgili olduğunu rahatlıkla söyleyebilirdi. Tabii, ben bu filmin “kabul edilemez/dayanılmaz bir gerçekliği” anlattığını rehberimiz vasıtasıyla önceden biliyordum. Bu nedenle, iki genç kahramanımız arasında henüz filizlenmeye başlayan romantizmin korkunç biçimde sona ereceğini düşünmüştüm. Filmin flört şiddeti veya cinsel tacizle ilgili olabileceği varsayımlarım arasındaydı. Ne var ki onların bu romantik karşılaşması, bir sorunun ekranda belirmesiyle kesintiye uğradı.
Gördünüz mü?
Geri sarıp yavaşlatılmış şekilde yeniden gösterildiğinde filmin “aşırı yoksulluk” ile ilgili olduğunu anladık. Meğer ana karakterlerimiz kaldırımlarda yatan evsiz barksız insanlara aldırış etmeden yürüyormuş. Filmin bitiminde tur rehberimiz, “kabul edilemez gerçeklik”dedikleri verilerden birini paylaştı: Her üç saniyede bir çocuk, kıtlıktan ölüyor.
Müzenin “Tolerans” alanında yer alan sinema salonu
İnsanlar sadece yoksulluktan değil işsizlik, sosyal dışlanma, toplumsal ayrışma gibi olgulardan dolayı da acı çekiyor. Tepki göstermemiz gereken, toplumda infial uyandırması beklenebilecek yıkıcı gerçeklikler normalleşmeye ve ne yazık ki gündelik hayatımızın sıradan parçaları haline gelmeye başladı. Örneğin ben, dünyada ve yaşadığımız coğrafyada hoşgörüsüzlüğün, nefret söyleminin ve linç kültürünün giderek normalleştiğini düşünenlerdenim. Nezaketli söz söylemek, iyi davranmak, başkalarının hak ve özgürlüklerini de gözetmek, bir lüks gibi algılanır oldu. Hâl böyle olunca birilerinin önemsiz olduğuna inandığı farklılıklara sahip başkalarını yasaklar, nefret, ayrımcılık, göz korkutma, bağırma, bastırma ve hoşgörüsüzlük yoluyla nasıl hizaya getirmeye çalıştığına hemen her gün şahitlik ediyorum. Kendimizi ayrıcalıklı görmeye başladığımız ve kendi içimizde törpüleyecek hiçbir şey olmadığına inandığımız an, “ötekileri” yargılamanın ve onlara hadlerini bildirmenin peşine düştüğümüz fikrindeyim. Bunlara ek olarak, militarist öğeler içeren şiddet kültürünün kişisel ve toplumsal düzeyde çok övgü aldığı günlerden geçiyoruz. Gücü elinde bulunduranların söylemleri, politikaları ve pratikleri ise çevremizi saran düşmanlıkları ve aşırılıkları tetiklemekten ileri gitmiyor.
Bazen sırf dünyayı diğer insanlar gibi algılamadığımız için kabul edilemez gerçeklikler ile karşı karşıya kalıyoruz. En nihayetinde Louis Kriesberg ve Bruce W. Dayton’ın da ifade ettiği gibi, her birimiz farklı özdeşleşmelerimizin, aidiyetlerimizin benzersiz birleşimi olan bir benlik algısına sahibiz[1]. Başka bir deyişle, hepimiz bir biçimde dünyamızı ve kendiliğimizi kurmaya ve ırk, sınıf, etnisite, din, ulus, cinsellik ve benzerlerinin kesiştiği yerde kendimize anlamlı gelen bir kimlik inşa etmeye çalışıyoruz. Toplumsallaştığımızda bu kimlikler vasıtasıyla farklı iletişim ve ilişkilenme biçimleri üretip kendimizi ait olduğumuzu düşündüğümüz grupların içinde buluyoruz. Yukarıda adlarını andığım iki bilim insanına göre, “İnsanlar genellikle başkalarıyla paylaştıkları birden fazla geniş kimliğe sahiptirler; aynı kolektif kimliği paylaşan insanlar, kendilerini ortak bir menfaat ve ortak bir kadere sahip olarak düşünürler.” Bununla birlikte dâhil olduğumuz grupların içinde ve aralarında, “bizlere karşı onlar” yaklaşımı benimsenip sürdürülüyor. Hristiyan ya da Müslüman, beyaz ya da siyah gibi karşıtlıklardan türeyen çatışmalar dünyasında, ekonomik, sosyal ve kültürel sermayeye erişimdeki dengesizlikler daha fazla gerilime, bölünmeye, eşitsizliğe, uzlaşmazlığa ve ayrımcılığa yol açıyor. Çatışmalar irrasyonel bir boyut kazandığında, savaşlar, soykırımlar ve diğer kitlesel zulümler sırasında olduğu gibi ağır insan hakları ihlalleri ve adaletsizliklerin yaşanması kaçınılmaz oluyor. Biz, bazen bunların birer tanığı, bazen uygulayıcıları, bazen ise tam ortasına düşmüş özneleri haline geliyoruz.
Bu çerçevede bize bile isteye kötü hissettirmek için programlandığını düşündüğüm sisteme nasıl karşı gelebiliriz? Toplumsal kutuplaşmaları azaltmak için neler yapabiliriz? İçinde bulunduğumuz gruplarla, toplumla, arkadaşlarımızla, doğayla, diğer canlılarla, hatta kendimizle barışmanın yolları nelerdir? Barış kültürünü nasıl öğrenip yayabiliriz?
Hafıza ve Tolerans
İlk kez Hrant Dink Vakfı’nda Nayat Karaköse’nin “Hafıza Mekânları” konulu atölyesinde tanıştığım Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin tüm bu sorularımı kendine dert edinerek kurulan bir organizasyon olduğunu biliyorum. Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin bir eğitim ve kültür merkezi olarak inşa edildiği ve Meksika’daki tüm okul düzeylerinde eğitim programlarının tamamlayıcısı olarak rol oynadığı bilgisini çok heyecan verici bulmuştum. Bugünlerde beraberce Derneği’nin Beraberce Değişim Programı: Hafıza Mekânları projesinin bir parçası olarak gönüllü faaliyetlerde bulunduğum müzede halen emperyalizm, terörizm, ırkçılık, cinsiyetçilik, etnik merkeziyetçilik, yabancı düşmanlığı, şiddet içeren aşırılık, bağnazlık gibi insanlığı karanlığa iten bütün o “nefrete” karşı hoşgörüyü yükseltmenin yollarını açacak alternatif eğitim modellerini öğrenmeye çalışıyorum.
Bana kalırsa bu müze, insanlığın karanlık ve aydınlık taraflarını aynı anda sergiliyor zira dünyadan ağır insan hakları ihlallerinin (çoğunlukla soykırımlar) tarihsel hafızasını içeren Hafıza Alanı ile bunların benzerlerinin yaşanmaması için oluşturulan ve bir öğretim alanı olarak tasarlanan Tolerans Alanı iç içe. Bir yanda önem ve acı hiyerarşisi gütmeden bambaşka coğrafyalarda yaşanmış insanlığa karşı suçlara ilişkin hatırlama yöntemleri geliştirilirken öte yanda hoşgörüyü, çatışmaların dönüşümü ile barışın inşasının kişisel, toplumsal, kültürel olanaklılığı içinde parıldatmayı çok anlamlı buldum. Bu çok alanlı ama bütüncül yapısından hareketle müzenin, uyuşmazlıkları barışa giden yolda bir “fırsat” ve “öğrenme aracı” olarak ele aldığını belirtebilirim.
Tolerancia: Tolerans/Hoşgörü
Discriminación: Ayrımcılık
“La Tolerancia Es El Único Camino” (Hoşgörü Tek Yoldur)
Müzenin daimi sergilerinden birine ev sahipliği yapan Tolerans Alanı’na doğru ilerlerken yukarıdaki cümle ile karşılaşıyorum ve basit görünen ama beni epey düşündüren o soru aklımda beliriveriyor: “Hoşgörüyü nasıl tanımlardım?” Şunu söylemeliyim ki dört başı mamur bir tanım bulmak pek kolay değil. Benim için görece soyut bir kavram olan “hoşgörü”, dünyamızın iyiliği için “bir şeylerin” yapıcı yönde değiştirilebileceği karmaşık bir süreci ifade ediyor. 1997’de ilk olarak Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) tarafından yayımlanan Toleransı Tanımlamak (Defining Tolerance) isimli terimler sözlüğünün önsözü şu şekilde başlıyor:
“Hepimiz biliyoruz ki hoşgörü, ne açlık ve susuzluk gibi fizyolojik ihtiyaçlarımızda olduğu gibi davranışlarımızın içine inşa edilmiştir ne de herkes tarafından pratik edilen evrensel bir değerdir. Gerçekliğin göreceli ve farklılıkların meşru olduğu demokratik kültürün temelinde yatan hoşgörü, tek bir inanç sistemini savunan totaliter rejimlerle bağdaşmaz.”
Gerçekten de hâlâ evrensel bir gerçeklik ol(a)mayan hoşgörü kültürü, farklılıklar tanındığı ve ortaklıklar fark edildiği takdirde etkinlik kazanabilir. Buradan hareketle müzenin Tolerans Alanı, toplumsal barışın inşası için bizi yeni olanaklar ile buluşturacak farklı düşünme, eyleme, birlikte hareket etme yöntemlerini teşvik etmeye çalışıyor. Dolayısıyla hoşgörünün karşılıklı saygıyı, anlayışı ve barışçıl bir aradalığı cesaretlendirecek “tek yol” olduğu sonucu ortaya çıkıyor.
Şimdiye kadar gözlemlediğim kadarıyla müze, çatışmalara kesişimsel perspektiften yaklaşmaya çalışıyor ve olayları ele alırken insanların, “çeşitliliği” göz önünde bulundurmaları gerekliliğine dikkat çekiyor. Bu yönüyle Tolerans Alanı’nda cinsiyet kimliği, cinsel yönelim, ırk, sınıf, fiziksel bütünlük ve yaşa dayalı eşitsizliklerin doğasını bir arada keşfetmek mümkün. Öyle ki farklı düzlemlerde eşitsizliği yaratan unsurlar bazen birbirlerinin etkilerini hafifletirken bazen daha da kötüleştirebiliyor. Üstelik çoğu zaman baskının bu çok boyutluluğunun farkına varmıyoruz bile. Kanaatimce kendimizi nasıl gördüğümüz ve temsil ettiğimiz ya da başkaları tarafından ne/nasıl algılandığımız, güç ilişkileri içindeki çeşitli sosyal durumlar ve yapılar karşısında yaşadığımız ayrıcalıkları, kaygıları, korkuları, güvensizlikleri ve ayrımcı pratikleri belirlemekte. Bu bakış açısından yola çıkarak müze, söz gelimi sadece “kuşaklar arasındaki farklılıkları/gerilimleri” tanımlamakla kalmıyor, aynı zamanda “yaş ayrımcılığı” olarak kavramsallaştırılan – genelde – yetişkinlere karşı duyulan nefreti, aşağılamayı, önyargıları ve bunların diğer faktörlerle birlikte insanların gündelik yaşamlarını nasıl etkilediğini sergilemeye çalışıyor.
Racismo: Irkçılık
Género: Toplumsal Cinsiyet
Adultos Mayores: Yaşlı Yetişkinler
Müzede rehberli turlar genellikle iki saat sürüyor ve ziyaretçiler, Tolerans Alanı’na geçmeden önce Hafıza Alanı’nı ziyaret ediyor. Hafıza Alanı’nı anlatmayı sonraki yazılarıma bırakıyorum ancak şimdilik Holokost ve soykırımlara ilişkin bilgileri tek tek almanın çok yoğun ve bunaltıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Tam da bu sebeple tolerans kısmı, insanların kendilerini rahatlamış hissedebildikleri ve hafıza alanında gördükleri şeyler üzerine düşünüp, onları sindirmeye çalıştıkları açık bir alan demek. Bu daimi serginin sonunda, ziyaretçiler kendilerine sunulan küçük aktiviteler vasıtasıyla “sosyal aktörler” olma yolunda yüreklendiriliyor ve adaletsizliklere karşı aksiyon almaya davet ediliyor. Bu etkinlikler, dünya tarihini başından sonuna değiştirmeyecek olsa da iyi başlangıç noktaları sayılabilirler.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde yer alan otuz maddenin görsel sunumu
Tolerans Alanı’nda “Nombre Propios” (Uygun İsimler) adı verilen ve sanki müzenin varlık sebebini açıklayan bir de duvar var. Duvar, barındırdığı dijital parmak izi ile her birimizin benzersiz ve “şeylere” indirgenemez olduğumuzu gösteriyor. Üzerinde yer alan rakamlar ile duvar, hepimizin birer “sayı” ve “istatistik” olabileceği gerçeğini ortaya koyarak hatırlatıyor: Geçmişte yaşananlar bugün de olabilir gelecekte de.
Son olarak, duvardaki parmak izinin çizgileri arasında İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin üç ilkesi yazılı duruyor: “Hiç kimse işkenceye tabi tutulmayacak. Hiç kimse zulüm görmeyecek. Hiç kimse keyfi olarak sürülmeyecek.” Dünyada bu ilkelerle çelişen uygulamaların ve süregiden sorunların olduğunu bilsem de sergi salonundan güç ve umut tazeleyerek ayrılıyorum.
________________
[1] Dayton & Kriesberg, Constructive Conflicts: From Escalation to Resolution, Rowman & Littlefield Yayınları, 4. baskı, Maryland 2012.