Ermenistan’dan Meksika’ya…
“Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın”
Yukarıdaki dizeleri Ataol Behramoğlu’ndan ödünç aldım. Ne zaman seyahat etmeyi içeren bir gündemim olsa kafamda beliriverir. Seyahat etmenin insanın kendisine yapabileceği en güzel iyiliklerden, yatırımlardan olduğunu düşünmüşümdür. Çünkü tıpkı Behramoğlu’nun yukarıda dizelerini alıntıladığım şiirinde dediği gibi insan, yaşadıklarından öğreniyor[1].
Bugüne kadar deneyimlediğim seyahatlerden çok şey öğrendim fakat içlerinden Ermenistan gezisi, beni beklentilerimin çok ötesinde besledi, büyüttü. En önemlisi o geziyi de içine alan gençlik atölyesi, Meksika’daki gönüllü akademik çalışmalarım dâhil yeni seyahatler, yeni projeler için bana ilham kaynağı oldu.
2017 baharında katıldığım Ermenistan-Türkiye Diyalog ve Hafıza Yolculuğu, Türkiye’den Karakutu Derneği ile Ermenistan’dan Imagine Center’ın ortaklaşa yürüttüğü, iki ülkeden sosyal bilimler alanında okuyan gençleri buluşturan, biri İstanbul biri Erivan’da gerçekleşen iki ayaklı yoğun bir çalışma atölyesiydi. Kolektif düşünmenin ve eylemenin öne çıktığı proje bana çok şey kattı, dersler verdi ama en önemlisi sorular sormama vesile oldu. Örneğin, İstanbul’daki bir oturumda bizden günümüz Ermenistan-Türkiye ilişkilerini şekillendirdiğini düşündüğümüz geçmiş 10 olayı sıralamamız istendiğinde birbirimize bakışlarımızı, çevrimiçi kaynaklara başvurmadan nasıl da ezbere eğitimle içi boşaltılmış hafızamızı fikir jimnastiğiyle canlandırmaya çalıştığımızı kolay kolay unutamam. Diplomatik ilişkileri olmayan ve fakat devletlerarası çatışmaları süren iki ülkenin resmi tarih yazım pratiklerine, bu sayede oluşturdukları hafıza havuzlarına ve bunların biz sıradan insanların hayatlarına yansımalarına dair çok şey sormuştum o günlerde. Bu atölyede farklı kimliklerden insanların hikâyelerine de tanıklık ettim. Bu hikâyelerin birçoğunu gerek Erivan’ın, gerek İstanbul’un çok kültürlü, çok dinli geçmişlerini yansıtan “hafıza mekânları” sayesinde keşfettik. Günlerce bu mekânlar üzerinden tarih, bellek, kimlik, güç ve siyaset gibi birbirini kesen kavramlar ve ilişki yumakları üzerine düşünüp tartıştık. Geçmişin izlerinin kalması ya da kaybolmasının (kaybettirilmeye çalışılmasını da eklemeliyim) uzantısında, bu mekânlar vasıtasıyla başkalarının “yaşadıklarından da öğrenmiş” oldum.
Geçmişte yaşananların zihnimde yer eden soyut tasarımının bu mekânları (müze, anıt, sokak, vb.) ziyaretlerimizde ete kemiğe büründüğünü söylemem yanlış olmaz. Bir başka deyişle, benim için hikâyesi anımsamanın ve unutmanın mekânlarından geçmiş insanların, olayların izlerini sürmek, kolektif olduğu kadar neredeyse beş duyuyu da harekete geçiren bireysel bir deneyimleme sürecini ifade ediyor. Bu süreç içinde Türkiyeli, İstanbul sakini gibi kendi farklı koşul ve deneyimlerimin bu mekânlarla etkileşimimde nasıl bir rol oynadığı, oynamış olabileceği üzerine ise halen düşünüyorum. Atölyede hakkında çok şey öğrendiğim, “nereye gitsem oraya gelecekmiş” gibi hissettiren Ermenistan ile ortak tarihimiz, Meksiko’daki Hafıza ve Tolerans Müzesi’nde de karşıma çıktı. Bir son cümlesi olabilecek şeyi baştan belirteyim: Suya sabuna dokunmayan en apolitik Türkiyeli olsak bile kaçışımız olmadığı düşüncesindeyim, bir gün ya yüzleşeceğiz, ya yüzleşeceğiz…
Açık Yara
Çünkü yüzleşmediğimiz sürece yara hep açık kalacak[2]. Üstelik bu yara sadece 1915 olaylarından doğrudan etkilenen Ermenilerin değil, adalete inanan, adil bir dünya hayali kuran herkesin ortak yarası.
Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin “hafıza” alanında bulunan 1915 olaylarına ayrılmış daimi sergiyi tur rehberimiz Gabriela’nın eşliğinde Teksas’dan gelen üç katılımcı ile birlikte ziyaret ettim. Gabriela serginin kapladığı metrekareye atıfla buradan “küçük sergi” diye bahsederek sözlerine başlamıştı. Yalnız unutmamamız gereken bir gerçek vardı: bazen az, çok demekti. “Nunca mas” yani “bir daha asla” ilkesi ile dünyadan ağır insan hakkı ihlallerine, tarihte derin yaralar açmış insanlık suçlarına dikkat çeken müzenin “küçük” 1915 sergisi, içinde kuşaktan kuşağa taşınmış, etki ve anlamı iki ülkenin sınırlarını aşmış derin hikâyeleri barındırıyordu. Gabriela, anlatımının bir yerinde duraksayıp farklı bir bakış açısı sunabileceğim düşüncesiyle benden duygu, düşüncelerimi duymak istedi. Tabii ondan hemen önce söyledikleri vardı: “Tanınma olmadan hafıza, hafıza olmadan adalet, adalet olmadan diyalog ve uzlaşma” olamazdı. Bundan hareketle sözlerime Türkiye’nin 1915’de olanları “soykırım” olarak tanımadığını söyleyerek başladım. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın web sitesinde yer alan ve Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından 2007’de yayımlanan bir raporda olanlardan “Ermeni ayaklanması ve tehcir” olarak bahsedildiğini, konunun iki ulus arasındaki bir “uyuşmazlık” olarak ele alındığını ve geçen yüzyılda Türkiye’deki seçilmiş hükümetlerin hiçbirinin bu konuya farklı yaklaşmadığını belirttim[3]. Toplumsal düzeyde ise tıpkı Leyla Neyzi’nin işaret ettiği gibi “Türkiye toplumunun siyasi ve kültürel duruşları ve dolayısıyla geçmişte yaşanmış olaylara dair anlatıları çok farklı kesimlerden oluştuğundan” söz ettim[4]. Türkiye coğrafyasında “hatırlamanın” kimileri için çok ağır ve sancılı olabildiğinden… Neden sonra bir geriye dönüş yaşadım ve yazının başında belirttiğim Türkiye-Ermenistan gençlik atölyesindeki deneyimlerime uzandım. Erivan’da ziyaret ettiğimiz Soykırım Müzesi’nde Hrant Dink’in katilinin Türk bayrağıyla çekilmiş fotoğrafını gördüğüm andaki şaşkınlığımı paylaştım mesela. Türlü gerekçelerle “ah orada o fotoğraf yerine Hrant’ın 23,5 yazısı olsaydı!” diye iç geçirişlerimi anlattım. Öyle ki aklımı Erivan’da kurcalamış soru, Meksika’da da cevaplanmayı bekliyordu: Geçmişi hatırlarken geleceğe de söz söyleyen, umudu teşvik eden hafıza mekânlarını, müzeleri nasıl yaratırız?
Anneanne
Bu ve benzeri sorularla meşgulken bu kez Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin 1915 sergisinde spot ışıklarını üzerine çekmiş bir fotoğraf (üstte) ile karşılaştım. Fotoğraftaki küçük kız, müzeye gönüllü çalışmaları ile destek veren Sonia Arakelian’ın anneannesi. Sonia’nın aktardığına göre anneannesi, kız kardeşi ile Ermenileri Anadolu’dan Suriye tarafındaki çöllere doğru götüren karavanlardan bir şekilde kaçmayı başarmış. Sonra hayatı kıta Amerika’sına kadar savrulmuş. Sonia yakın, uzak akrabalarından duyduğu trajik hikâyeleri, mutlu geçen çocukluk ve gençlik yıllarının tezatlık oluşturan parçaları olarak anlatıyordu. Belli ki uzunca bir süre, sevdiklerinin başına gelenleri anlamlandırmaya çalışmış. Gerçekten de 1915, Hrant Dink’in yine “23,5 Nisan” yazısında yazdığı gibi “ne anlaması ne de anlatması kolay” bir tarih. Bu fotoğrafın söyledikleri, zihnimde anneannesi hakkındaki gerçeği yıllar sonra öğrenen Fethiye Çetin’in hikâyesi ile birleşmişti. “Anneannem” ismini verdiği kitabının hemen başlarında Fethiye Çetin, şöyle diyordu: “Annesinin adı Esma, babasının adı Hüseyin olmadığı gibi kendi adı da Seher değil, Heranuş’tu onun. Ben de bunu çok geç öğrenmiştim”[5]. New York Times’a verdiği bir röportajda ise Çetin, büyükannesinin ailesinden zorla alınan bir Ermeni Hıristiyan olduğunu öğrenene kadar kendini bir Türk Müslüman olarak düşünüp büyüdüğünden ancak sonra dünyayı farklı bir gözle görmeye başladığından bahsediyordu[6]. Görünen o ki birbirinden olanca uzaktaki ülkelerde yaşayan bu iki torundan birinin büyükannesi hayattayken diğerinin ise anneannesinin ölümünden sonra öğrendiği gerçekler, onları herkesin bildiği ama pek çok kimsenin konuşmayı tercih etmediği meselelere ses vermeye, sorular sormaya itmiş. Geçmişle yüzleşmek, hesaplaşmak, önce hakikati sonra adaleti aramak, af dilenmek, bağışlamak, bazen öyle güçlü süreçler olmalı ki Fethiye Çetin, anlatısının bir yerinde anneannesinin sözlerine atıfla şöyle diyordu: “O günler gitsin, bir daha geri gelmesin”.
[Müzenin hafıza alanındaki bir yerleştirme]
Almanya Örneği
O günlerin bir daha geri gelmemesi için “hatırlamak” şart. Gel gelelim Ülkü Doğanay’ın ifade ettiği şekliyle “Hatırlama, yalnızca soykırım, katliam, savaş gibi büyük felaketlerin sağ kalanları ve tarafları için bir yüzleşme ve mümkünse yeniden bir arada yaşamı inşa etme yordamı olmaktan ibaret sayılmamalı. Gündelik hayatlarımızın içinde de, politik alanı yeniden inşa edebilmek için hatırlamalı ve hatırlatmalıyız”[7].
Meksiko’ya seyahatimden hemen önce Almanya’nın Dışişleri Bakanlığı tarafından düzenlenen “Almanya 20. yüzyıl tarihiyle nasıl yüzleşiyor?” başlıklı tematik bir akademik geziye katılmıştım. Berlin’de Namibya, Rusya, Arjantin gibi dünyanın farklı noktalarında toplumsal bellek çalışmaları yürüten araştırmacılar ile buluştum. Çalışma atölyelerimiz boyunca, Almanya’nın Nazi ve Alman Demokratik Cumhuriyeti olarak bildiğimiz iki ayrı diktatörlükten kalan “rahatsız edici mirası”, sosyal uzlaşı ve barışa giden yolda nasıl bir “fırsat” ve “öğrenme aracı” olarak ele aldığını anlamaya çalıştım. Kent müzeleri, hafıza ve vicdan mekânları, karşı-anıtlar gibi mekânsallıkları içine alan türlü hafızalaştırma ve anma çalışmalarının Almanya’da, Doğanay’ın bahsettiği “gündelik hayatlara” ya da hukukçuların sıklıkla kullandığı alternatif bir tabir ile “hayatın olağan akışına” nasıl sızdığını, tarih ile bugünün nasıl iç içe geçtiğini Türkiyeli biri olarak imrenerek gözlemledim. On yıllar önce yaşanmış dehşet verici olaylardan doğrudan etkilenmemiş genç kuşağı olgulara dayanan bir tarih ile ilişkilendirerek onları şimdiki zamanın yorumlamasına teşvik etmek ve bu sayede sosyal farkındalığı yükseltmek de Almanya’nın benimsediği yöntemlerden biriydi. Polonya ile yürütülen müşterek tarih kitabı projesinden televizyon belgesellerine, 15 üst rütbeli Nazi subayının toplantı yeri olan Wannsee Konferans Evi’nin eğitim alanına dönüştürülmesine kadar çok sayıda girişim, Avrupa’daki Yahudi katliamını hatırlama, anma ve bilinç aşılamada bugün tamamlayıcı bir role sahip. Bunları Almanya güzellemesi yapmak için değil, Hafıza ve Tolerans Müzesi’ndeki Holokost sergisini gezerken heybemde neler olduğunu ve bunların 1915 sergisini ziyaret ederken taşıdıklarımdan nasıl olumlu manada farklılaştığını bilmeniz, hayal etmeniz için yazdım. Kuşkusuz Türkiye’nin Ermenilere soykırım yapıp uluslararası alanda ceza almadığını görünce kendisinin de Yahudilere yönelik soykırıma cesaretlendiği hep konuşulan Hitler’i yaşamış Almanya’nın on yıllar alan ve hala süren geçmişle hesaplaşmasından öğreneceğimiz çok ama çok şey var. Kim bilir belki bir gün eksileri, artılarıyla Almanya’nın yaptıklarını kendimize örnek alır, gelecek kuşaklara hafızasıyla ve komşuları ile daha barışık, iyi bir Türkiye bırakırız.
[Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin Holokost sergisinden]
Son Notlar ve Bir Kez Daha Hrant’ın Çağrısı
Şunu belirtmeliyim ki gittiğim hemen her yerde –özellikle de Meksika’da- araştırma ekiplerinin belirli bir ürüne, sonuca ulaşmak için örgütlenirken neler yaşadığını ve gerek kolektif gerek bireysel anlamda nasıl bir duygulanım sürecinden geçtiğini anlamaya çabaladım. Çünkü hafıza ve insan hakları alanında düşünce ve iş üretirken veya hali hazırda yapılan işlere tanıklık ederken kişisel irademiz, değerlerimiz, “nereli, nereden olduğumuz”, kültürel ve coğrafi deneyimlerimiz, acılarımız ve mutluluklarımızdan arınmış olmuyoruz. Bu kolektif düşünüm ve duygulanım süreçlerinin parçası olmanın uyuşmazlık hallerinde barışın nasıl iletişime sokulacağına dair tarafıma bir içgörü kazandırdığı inancındayım. Hafıza ve Tolerans Müzesi’nde diline, geleneklerine, kültürlerine yabancı olduğum insanlarla bir araya gelmek, birlikte düşünmek, hem işbirlikçi bilgi çalışmalarının doğasını hem de duygu yüklü bir müze ortamında bilginin ortaya çıkış, temsil süreçlerini keşfetmemi sağladı. Bu süreçte bir gerçek ise hiç değişmedi: gerek bireysel gerek toplumsal düzlemde “diyaloğun” önemi. Öyle ki bu yazının konusu olan Hafıza ve Tolerans Müzesi’ndeki 1915 sergisini ziyaretimden bana kalan da Türkiye ve Ermenistan toplumlarında karşılıklı duygudaşlık ve diyalog olanaklarını sürekli aramamız, potansiyel toplumsal/politik ittifakların izini bıkıp usanmadan sürmemiz, teması kaybetmememiz gerektiği oldu. Çünkü biliyorum, Ermenistan’da, Almanya’da, Meksika’da gördüm: bu mümkün. Her ne kadar bugün bu topraklarda barışı istemek, “güvercin ürkekliğine” bile isteye hapsolmak demekse de ısrar etmekten başka bir yolumuz yok gibi. Hrant Dink’in 23,5 Nisan yazısının bir bölümünü tam da böyle bir ısrarla paylaşarak yazıma son vermek istiyorum[8]:
“23 Nisan nasıl daha bir coşkuyla yaşanır? 24 Nisan nasıl hafızalardan sildirilir? Bütün bunlar çözümsüz sorular değil aslında. 23 Nisan bütün çocukların olacaksa eğer ben derim Ermenistanlı çocukların da olsun bir biçimiyle. Çağırın onları da bu kutlamalara. Barıştırın çocukları birbirleriyle, tanıştırın. Sadece 23 Nisan da olmasın 24 Nisan’ı da katın içine. Daha da uzasın o günler, bütün nisanı katın, bütün baharı katın. Hadi siz beceremiyorsunuz diyelim, var olan kinler engel buna. Bırakın bari dünyayı çocuklara, onlar bu işi halleder, yeter ki engel olmayın siz.” (Hrant Dink)
_________
[1] Behramoğlu’nun sözünü ettiğim şiirinin adı: Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var
[2] Açık Yara”, Hafıza ve Tolerans Müzesi’nin 1915 olaylarının 100. yıldönümü dolayısıyla 2015’de düzenlediği geçici sergisinin de adı.
[3] Bk. http://www.mfa.gov.tr/1915-olaylari-ve-turk_ermeni-uyusmazligi.tr.mfa
[4] Leyla Neyzi, Nasıl Hatırlıyoruz? Türkiye’de Bellek Çalışmaları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2.baskı, İstanbul 2014.
[5] Fethiye Çetin, Anneannem, Metis Yayınları, 11. Baskı, İstanbul 2014.
[6] Bk. https://www.nytimes.com/2010/01/06/world/europe/06iht-turkey.html
[7]Ülkü Doğanay’ın ilgili yazısı için bk. https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2017/11/20/politik-bir-eylem-olarak-hatirlama/
[8] Hrant Dink’in 23,5 başlıklı yazısının tamamı için bk. http://bianet.org/bianet/bianet/106507-hrant-dinkten-yeniden-23-5-nisan